olsun, bize bizzat taallûk etmez. Fakat, o meclis-i âlî-i
kur’ânîye girmiş olan kâinatın her ferdi dört vazife ile
muvazzaftır:
Birincisi:
İntizam ve ittifak ile sultan-ı ezel’in saltana-
tını ilân.
İkincisi:
Her biri birer fenn-i hakikînin mevzu ve mün-
tehabı olduklarından, İslâmiyet fünun-i hakikiyenin züb-
desi olduğunu izhar.
Üçüncüsü:
Her biri birer nev’in numunesi oldukların-
dan, hilkatte cari olan kavanin ve nevamis-i İlâhiyeye
İslâmiyet’i tatbik ve mutabık olduğunu ispat. tâ o neva-
mis-i fıtriyenin imdadıyla İslâmiyet neşvünema bulsun.
evet, bu hasiyetle din-i mübin-i İslâm, sair heva ve he-
ves içinde muallâk ve medetsiz, bazen ışık ve bazen zul-
met veren ve çabuk tegayyüre yüz tutan dinlerden müm-
taz ve serfirazdır.
Dördüncüsü:
Her biri birer hakikatin numunesi olduk-
larından, efkârı hakaik cihetine tevcih ve teşvik ve tem-
bih etmektir.
ezcümle, kur’ân’da kasem ile temeyyüz etmiş olan
ecram-ı ulviye ve süfliyeyi tefekkürden gaflet edenleri
daima ikaz ederler. evet, kasemat-ı kur’âniye, nevm-i
gaflette dalanlara kar’u’l-asadır.
Şimdi tahakkuk etmiş, şu şöyledir. öyle ise, şek ve
şüphe etmemek lâzımdır ki, mu’ciz ve en yüksek
bizzat:
kendisi, şahsen.
cari:
cereyan eden, akan, işleyen.
cihet:
yön.
din-i mübin-i ‹slâm:
aşikâr, ap
açık olan ‹slâm dinî.
ecram-ı süfliye:
alçaktaki cisim-
ler, yeryüzündeki cisimler.
ecram-ı ulviye:
yüksekteki küt-
leler, yıldızlar ve gezegenler.
efkâr:
düşünceler, fikirler, görüş-
ler.
ezcümle:
bu cümleden olarak.
fenn-i hakikî:
gerçek ve doğru
ilim..
fünun-i hakikiye:
gerçek fenler.
gaflet:
dikkatsizlik, endişesizlik,
Allah’tan uzaklaşıp nefsin arzula-
rına dalmak.
hakaik:
hakikatler, do€rular, ger-
çekler.
hakikat:
gerçek, esas.
hasiyet:
bir şeye has özellik, nite-
lik.
heva:
istek, arzu, nefse ait olan
şeylere düşkünlük, nefsin zararlı
ve günah olan arzuları.
heves:
nefsin hoşuna giden, gelip
geçici istek.
hilkat:
yaratılış.
ikaz:
uyarı.
ilân:
yayma, duyurma, bildirme.
imdat:
yardım.
intizam:
düzenlilik, düzgünlük.
ispat:
do€ruyu delillerle göster-
me.
ittifak:
birleşme, birlik oluşturma.
izhar:
gösterme, açı€a vurma.
kâinat:
evren; yaratılmış olan
şeylerin tamamı, bütün âlemler.
karu’l-asa:
hatayı hatırlatmak
için işaretle ikaz etme.
kasem:
yemin, and.
kasemat-ı kur’âniye:
Kur’ân’daki
yeminler.
kavanin:
kanunlar, yasalar.
meclis-i âli-i kur’ânî:
Kur’ân’ın
yüksek meclisi.
medet:
inayet, yardım, imdat.
mevzu:
konu.
mu’ciz:
insanı aynısını veya ben-
zerini yapmaktan âciz bırakan iş.
muallâk:
bir yere dayanmadan
havada, boşta, boşlukta duran.
mutabık:
birbirine uyan, uygun.
muvazzaf:
vazifelendirilmiş, gö-
revli.
u
nsuru
’
l
-H
akikaT
| 30 | MuhakeMat
mümtaz:
ayrıcalılklı, seçkin.
müntehap:
seçkin, güzide,
mümtaz.
neşvünema:
yayılıp genişle-
me, büyüyüp gelişme.
nevi:
tür, çeşit.
nevamis-i fıtriye:
fıtrî na-
muslar, yaratılıştan gelen ka-
nunlar.
nevamis-i ‹lâhiye:
Cenab-ı
Hakkın koymuş oldu€u ka-
nunlar, şeriatlar.
nevm-i gaflet:
gaflet uykusu.
numune:
örnek.
sair:
di€er, başka, öteki.
saltanat:
sultanlık, padişahlık,
hükümdarlık.
serfiraz:
benzerlerinden üs-
tün olan, başta gelen, seçkin.
Sultan-ı ezel:
kudret kuvvet
ve iktidarı zamanla kayıtlı ol-
mayan, saltanatının başlangı-
cı olmayan sultan.
şek:
şüphe, zan, tereddüt.
taallûk:
alâkalı, münasebetli
olma.
tahakkuk:
gerçekleşme, delil
ile ispat edilme, kesinleşme.
tatbik:
uydurma, uygulama.
tefekkür:
derin düşünme; eş-
yanın hakikatini, yaratıcının
sırlarını kavramak ve ibret al-
mak için zihnen ve kalben
düşünme.
tegayyür:
de€işme, başkalaş-
ma; bozulma.
temeyyüz:
benzerlerinden
farklı olma, seçilme.
tembih:
uyarı, ihtar.
tevcih:
yöneltme, çevirme.
vazife:
görev.
zulmet:
karanlık.
zübde:
bir şeyin en mühim
kısmı, bir şeyin özü, seçkin
kısmı.