sual:
Ulvî ve süflî ecramın mahiyetleri, şekilleri, hare-
ketleri hakkında fennin verdiği beyanat gibi beyan lâzım
iken, müphem bırakılmıştır?
Cevap:
Bu gibi meselelerde ipham daha mühimdir ve
icmal daha cemîl ve güzeldir. Çünkü, kur’ân istitradî ve
tebeî olarak, Cenab-ı Hakkın zatına, sıfâtına istidlâl için
kâinattan bahsediyor.
İstidlâlin birinci şartı:
delilin neticeden daha zahir ve
malûm olması lâzımdır. eğer fencilerin iştihası gibi,
“Şemsin sükûnuna, arzın hareketine bakmakla Allah’ın
azametini anlayınız”
demiş olsaydı, delil müddeadan da-
ha hafî olurdu ve insanların ekserîsi, ekser zamanlarda
fehmedemediklerinden inkâra zehap ederlerdi. Hâlbuki,
irşat ve hidayet zamanlarında cumhurun derece-i fehim-
leri nazara alınarak, ona göre söz söylemek icap eder.
Maahaza, ekseriyete yapılan müraattan ekalliyette kala-
nın mahrumiyeti neş’et etmez; çünkü, onlar da istifade
ediyorlar. Amma, mesele makuse olursa, ekseriyet mah-
rum kalır, istifade edemez; çünkü, fehimleri kàsırdır.
Ve saniyen:
Belâgat-i irşadiyenin şe’nindendir ki, ava-
mın nazarına, ammenin hissine, cumhurun fehmine
göre hareket yapılsın ki, nazarları tevahhuş, fikirleri
kabulden imtina etmesin. Binaenaleyh, cumhura olan
hitabın en beliği zahir, basit, sehil olmasıdır ki, âciz ol-
masınlar; muhtasar olsun ki, melûl olmasınlar; mücmel
olsun ki, lüzumlu olmayan tafsilden nefret etmesinler.
Ve salisen:
kur’ân, mevcudatın ahvalinden ancak Hâ-
lık’ları için bahseder; mevcudatın zatlarına ait değildir.
âciz:
zayıf, güçsüz.
ahval:
hâller, durumlar.
amma:
ama, lâkin, ancak.
amme:
halk, millet.
arz:
yer, dünya.
avam:
kültürlü, yüksek tabaka-
dan olmayan; cahil halk tabakası.
azamet:
büyüklük, yücelik.
belâgat-i irşadiye:
doğru yolu
gösteren, doğru yola sevk eden,
gafletten ikaz eden, Allah’a yakın-
lık yolunu gösteren belâgat.
beliğ:
belâgatle, düzgün ve sanatlı
olarak meramını anlatan.
beyan:
açıklama, bildirme, izah.
beyanat:
açıklamalar, izahlar.
binaenaleyh:
bundan dolayı, bu-
nun üzerine.
cemîl:
güzel.
cumhur:
halk, ahali, umum.
delil:
bir davayı ispata yarayan
şey, bürhan.
derece-i fehim:
anlama, anlayış
derecesi, idrak, zekâ mertebeleri.
ecram:
kütleler, cansız cisimler;
gezegenler.
ekalliyet:
azlık, azınlık.
ekserî:
çoğunlukla.
ekseriyet:
çoğunluk.
fehim:
anlayış.
fehmetme:
anlama, kavrama.
hafî:
gizli.
Hak:
her şeyi hakkıyla yaratan,
varlığı hak olan ve her hakkın sa-
hibi olan Allah.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şeyi
yoktan var eden, yaratıcı; Allah.
hidayet:
doğru inanç ve yaşayış
üzere olmak.
hitap:
söz söyleme, konuşma.
icap:
gerekme hâli, lâzım, gerekli,
lüzum.
icmal:
kısa anlatma, özetleme, ay-
rıntılara girmeme.
imtina:
bir fiilden kaçınma, çekin-
me, geri durma.
ipham:
kapalı bırakma.
irşat:
doğru yolu gösterme, gaflet-
ten uyandırma.
istidlâl:
delil getirmek, bir delile
dayanarak netice çıkarmak.
istifade:
yararlanma.
istihdam:
bir hizmette kullanma,
çalıştırma.
istitradî:
istitrad ile alâkalı, asıl
mevzudan olmayan.
kàsır:
kısa.
maahaza:
bununla birlikte, böyle
olmakla beraber.
mahiyet:
bir şeyin aslı, esası, ta-
biatı, niteliği.
mahrum:
bir şeye sahip olama-
yan, yoksun.
mahrumiyet:
mahrumluk, diledi-
ğini, istediğini elde edememe, na-
o
n
d
ördüncü
r
eşha
| 366 | Mesnevî-i nuriye
sipsizlik, hissesizlik.
makuse:
ters, evrik.
malûm:
bilinen, bilinir olan.
mana-i harfî:
bir şeyin kendi-
sini değil de sanatkârını, usta-
sını, sahibini bilip tanıtan ma-
na.
melûl:
usanmış, bıkmış, bez-
miş.
mevcudat:
varlıklar.
mücmel:
öz olarak anlatılmış,
kısa ve az sözle ifade edilmiş,
öz, özet.
müddea:
iddia edilen, sav.
muhtasar:
kısaltılmış, özet.
müphem:
mahiyeti belli değil,
belirsiz.
müraat:
uyma, riayet etme.
nazar:
bakış, dikkat.
nazil:
nüzul eden, inen.
neş’et:
meydana gelme, oluş-
ma, çıkma.
salisen:
üçüncü olarak.
saniyen:
ikinci olarak.
sehil:
kolay.
şems:
güneş.
şe’n:
iş, durum, özellik, yapı.
sıfât:
vasıflar, nitelikler.
süflî:
aşağıda bulunan, aşağı-
da olan.
sükûn:
sakinlik, durgunluk,
hareketsizlik.
tafsil:
etraflıca bildirme, ayrın-
tılı anlatma.
tebeî:
ikinci derecede, ikinci
seviyede olan; asıl olanın ya-
nında ona bağlı olarak bulu-
nan.
tevahhuş:
korkulu bir şekilde
emin olmayarak bakma.
ulvî:
yüksek, yüce; manevî,
ruhanî.
zahir:
açık, aşikâr.
zehap:
bir fikre veya zanna
kapılma.