olur; bilhassa peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma. Ve
keza, her bir fert, arkadaşlarının saadetinden zevk alır ve
Hallâk-ı kâinat’a ubudiyet etmeye ve saadet-i ebediyeye
namzet olur.
İşte, mü’minler arasında, cemaatler sayesinde husule
gelen şu ulvî, manevî teavün ve birbirine yardımlaşmak-
la, hilâfete haml, emanete mazhar olmakla beraber,
mahlûkat içerisinde mükerrem ünvanını almıştır.
İ’lemEyyühe’l-Aziz!
Bir şeyden uzak olan bir kimse, yakın olan adam ka-
dar o şeyi göremez. ne kadar zeki olursa olsun, o şeyin
ahvali hakkında ihtilâfları olduğu zaman, yakın olanın sö-
zü muteberdir. Binaenaleyh, Avrupa feylesofları, maddi-
yatta şiddet-i tevaggulden dolayı, iman, İslâm ve kur’ân’ın
hakaikından pek uzak mesafelerde kalmışlardır. onların en
büyüğü, yakından hakaik-ı İslâmiyeye vukufu olan âmî bir
adam gibi de değildir. Ben böyle gördüm, nefsülemir de
benim gördüğümü tasdik eder. Binaenaleyh, “Şimşek, bu-
har gibi, fennî meseleleri keşfeden feylesoflar, Hakkın es-
rarını, kur’ân nurlarını da keşfedebilirler” diyemezsin. zi-
ra, onun aklı gözündedir. göz ise, kalb ve ruhun gördük-
lerini göremez. Çünkü, kalblerinde can kalmamıştır. gaf-
let o kalbleri tabiat bataklığında çürütmüştür.
İ’lemEyyühe’l-Aziz!
sem’, basar, hava, su gibi umumî nimetler daha ehem-
miyetli, daha kıymetli olduklarına nazaran, hususî, şahsî ni-
metlerden kat kat fazla şükre istihkak ve liyakatleri vardır.
ahval:
hâller, durumlar.
aleyhissalâtü vesselâm:
‘salât ve
selâm onun üzerine olsun’ anla-
mında Hz. Muhammed’e dua.
âmî:
bilgisiz, cahil.
basar:
görme.
bilhassa:
özellikle.
binaenaleyh:
bundan dolayı, bu-
nun üzerine.
cemaat:
bir imama uyup namaz
kılan Müslümanlar topluluğu.
ehemmiyetli:
önemli.
esrar:
sırlar, gizli hakikatler.
fennî:
fenne mensup, fenle ilgili
olan.
feylesof:
felsefe ile uğraşan, filo-
zof.
gaflet:
dikkatsizlik, endişesizlik,
Allah’tan uzaklaşıp nefsin arzula-
rına dalmak.
Hak:
doğruluk, gerçek, hakikat;
mutlak gerçek olan Allah.
hakaik:
hakikatler, doğrular, ger-
çekler.
hakaik-ı islâmiye:
İslâmiyetin
gerçekleri, İslâma ait hakikatler.
Hallâk-ı Kâinat:
kâinatı yoktan
var eden, Allah.
haml:
yükleme, yüklenme.
hilâfet:
halifelik, Allah adına ve yi-
ne Onun izniyle yaratılmışlar üze-
rinde çeşitli tasarruflarda bulun-
ma.
husul:
olma, meydana gelme.
hususî:
özel.
ihtilâf:
ayrılık, bir konuda farklı
görüş ve düşünüş, fikir ayrılığı.
i’lem eyyühe’l-aziz:
ey aziz kar-
deşim, bil ki!
iman:
inanç, itikat.
istihkak:
hak etme, hak kazanma,
hakkı olma.
keşif:
gizli bir şeyi bulma, meyda-
na çıkarma.
keza:
böylece, aynı şekilde.
Kur’ân:
Allah tarafından vahiy yo-
luyla Hz. Muhammed’e indirilmiş,
semavî kitapların sonuncusu.
liyakat:
lâyık olma, ehliyet.
maddiyat:
maddî ve cismanî şey-
ler, gözle görülüp elle tutulur cins-
ten şeyler.
mahlûkat:
yaratıklar, Allah tara-
fından yaratılanlar.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
yan.
mazhar:
nail olma, şereflenme.
mesele:
konu.
ş
ule
| 376 | Mesnevî-i nuriye
mükerrem:
aziz, saygıdeğer,
muhterem.
mü’min:
iman eden, inanan.
muteber:
geçerliliği olan, ge-
çerli.
namzet:
aday.
nazaran:
nispeten, kıyaslaya-
rak, göre.
nefsülemir:
işin hakikati, aslı.
nimet:
Allah’ın bağışladığı
maddî ve manevî lütuf ve ik-
ramlar.
nimet:
lütuf, ihsan, bağış.
nur:
aydınlık, parıltı, ışık.
ruh:
dirilik kaynağı, hayatın
temeli ve sebebi olan manevî
varlık.
saadet:
mutluluk.
saadet-i ebediye:
sonu olma-
yan, sonsuz mutluluk.
şahsî:
şahsa, kişiye ait, husu-
sî.
sem’:
işitme.
şiddet-i tevaggul:
aşırı dere-
cede uğraşma, fazlaca dalma.
şükür:
Allah’ın nimetlerine
karşı memnunluk gösterme,
gerek dil ile gerekse hâl ile Al-
lah’ı hamd etme.
tabiat:
var olan her şeyin ya-
ratılış ve yaşayış kurallarının
tümü; batıl olan, her şeyin ta-
biat tarafından yapıldığı inan-
cı.
tasdik:
bir şeyin veya kimse-
nin doğruluğuna kesin olarak
hükmetme.
teavün:
yardımlaşma, birbiri-
ne yardım etme.
ubudiyet:
kulluk.
ulvî:
yüksek, yüce.
umumî:
herkese ait, genel.
ünvan:
şöhret, ad, isim.
vukuf:
anlama, bilme, haberli
olma.