fabrikasında dokunan mensucat, o hakikati tenvir eder.
öyle ise, bu fânî dünyada mevt, fenâ, devair-i gaybiyede
safî bir bekaya intikal ederek bâkî kalır. evet, rivayetler-
de vardır ki,
“İnsanın ömür dakikaları insana avdet eder-
ler; ya gafletle muzlim olarak gelirler veya hasenat-ı mu-
zîe ile avdet ederler.”
İ’lemEyyühe’l-Aziz!
görüyoruz ki: sâni-i Hakîm’in, efrat ve cüz’iyatın tas-
virinde büyük büyük tefennünleri vardır. evet, hayvanla-
rın pek büyük ve pek küçükleri olduğu gibi, kuşlarda, ba-
lıklarda, meleklerde ve sair ecramda, âlemlerde dahi pek
küçük ve pek büyük fertleri vardır.
Cenab-ı Hakkın, şu
tefennünde takip ettiği hikmet, (1) tefekkür ve irşat için
bir lütuf, bir teshilâttır, (2) kudret mektupları okunup feh-
metmekte bir kolaylıktır, (3) kudretin kemalini izhar et-
mektir, (4) Celâlî ve Cemalî her iki nevi sanatı ibraz et-
mektir
.
Maahaza, pek ince yazıları herkes okuyamaz ve pek
büyük şeyler de nazar-ı ihataya alınamaz. İşte, irşadı tes-
hil ve tamim için bir kısmını küçük harfler ile, bir kısmı-
nı da büyük harflerle yazmakla, irşadın iktizası yerine ge-
tirilmiştir.
Amma, şeytanın talebesi olan nefs-i emmare, cismin
küçüklüğünü sanatın küçüklüğüne atfetmekle, esbaptan
sudûrunu tecviz ediyor. Ve pek büyük cisimler dahi hik-
metle yaratılmamış iddiasında bulunarak, bir nevi abesi-
yete isnat ediyor.
Mesnevî-i nuriye | 343 |
o
nuncu
r
isale
irşat:
doğru yolu gösterme, gaflet-
ten uyandırma.
isnat:
dayandırma, mal etme, bir
şeyi bir kimseye ait gösterme.
izhar:
gösterme, açığa vurma.
kemal:
olgunluk, mükemmellik,
kusursuz, tam ve eksiksiz olma.
kudret:
güç, kuvvet, iktidar.
lütuf:
güzellik, hoşluk, iyilik, ihsan.
maahaza:
bununla birlikte, böyle
olmakla beraber.
mensucat:
dokunmuş şeyler, do-
kumalar.
mevt:
ölüm.
muzlim:
karanlık, zulmetli.
nazar-ı ihata:
görüş ve düşünce
alanı; kavrayıcı bakış.
nefs-i emmare:
kötülüğü emre-
dici olan nefis.
nevi:
çeşit, tür.
rivayet:
Hz. Peygamberden nak-
ledilen hadis.
safî:
saf olan, katışıksız, duru.
sair:
diğer, başka, öteki.
sâni-i Hakîm:
hikmet sahibi olan,
her şeyi sanatla ve hikmetle yara-
tan Allah.
sudûr:
sâdır olma, meydana çık-
ma, olma.
talebe:
talep eden, öğrenci.
tamim:
umumîleştirme, yayma,
herkese duyurma.
tasvir:
resmini yapma.
tecviz:
caiz görme, izin verme, ce-
vaz verme.
tefekkür:
derin düşünme; eşya-
nın hakikatini, yaratıcının sırlarını
kavramak ve ibret almak için zih-
nen ve kalben düşünme.
tefennün:
bilgi, maharet, hüner.
tenvir:
nurlandırma, aydınlatma,
ışıklandırma.
teshil:
kolaylaştırma, kolay hale
getirme.
teshilât:
kolaylaştırmalar.
abesiyet:
faydasız, boş, lü-
zumsuz ve gayesiz oluş.
âlem:
dünya, cihan; bütün ya-
ratılmışlar.
amma:
ama, lâkin, ancak.
atıf:
bağlama .
avdet:
geri gelme, dönüş.
bâkî:
ebedî, daimî, sürekli ve
kalıcı olan.
beka:
bâkîlik, sonsuzluk.
Celâlî:
Selçuklu devleti sultanı
Celâleddin Melikşah zamanın-
da düzenlenen takvim.
Cemalî:
Allah’ın lütuf ve ihsa-
nı ile tecelli ettiği isme ait.
cüz’iyat:
bir bütünün parçala-
rı.
devair-i gaybiye:
görmediği-
miz devir ve âlemler.
ecram:
kütleler, cansız cisim-
ler; gezegenler.
efrat:
fertler.
esbap:
sebepler, vasıtalar.
fânî:
ölümlü, geçici.
fehmetmek:
anlamak, kavra-
mak, idrak etmek.
fenâ:
yok olma, ölümlülük,
geçicilik.
gaflet:
dikkatsizlik, endişesiz-
lik, Allah’tan uzaklaşıp nefsin
arzularına dalmak.
hakikat:
gerçek, asıl, esas.
hasenat-ı muzî:
ışıklandıran,
aydınlatan hayırlar, iyilikler ve
güzellikler.
hikmet:
İlâhî gaye, yüksek bil-
gi, fayda.
ibraz:
meydana çıkarma, orta-
ya koyma, gösterme.
iktiza:
gerektirme, lüzumlu
kılma.
i’lem eyyühe’l-aziz:
ey aziz
kardeşim, bil ki.
intikal:
bir yerden başka bir
yere geçme, yer değiştirme.