kalb ve hacaletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmü-
şahede, göre göre, gayet sür’atle, sağa ve sola inhiraf et-
meyerek, ihtiyârsız bir tarzda, vefat eden ahbap ve ak-
ran ve akaribim gibi, kabir kapısına yanaşıyorum.
O kabir, bu dâr-ı fânîden firak-ı ebedî ile ebedülâbâd
yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapı-
dır. Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dün-
yayı kat’î bir yakin ile anladım ki, hâliktir gider ve fânîdir
ölür. Ve bilmüşahede, içindeki mevcudat dahi, birbiri ar-
kasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan
benim gibi nefs-i emmareyi taşıyanlara şu dünya çok
gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar,
çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.
EyRabb-iRahîm’imveEyHâlık-ıKerîm’im!
(1)
l
Öjp
ôn
b m
ä'
G t
?o
c
sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki, ya-
kın bir zamanda, kefenimi giydim, tabutuma bindim,
dostlarıma veda eyledim. Kabrime teveccüh edip gider-
ken, Senin Dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı hâ-
liyle, ruhumun lisan-ı kàliyle bağırarak derim: “El-aman,
el-aman yâ Hannan, yâ Mennan! Beni günahlarımın ha-
caletinden kurtar.”
İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp
kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Ba-
şımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryat
edip nida ediyorum: “El-aman, el-aman yâ Rahman, yâ
Hannan, yâ Mennan! Beni günahlarımın ağır yüklerin-
den halâs eyle.”
ahbap:
dostlar.
akarip:
akrabalar, yakınlar.
akran:
yaşı rütbe, mevki, vs. hâl-
lerde birbirine eşit olanlar.
bilmüşahede:
görerek, bizzat şa-
hit olarak.
cenaze:
insan ölüsü.
dâr-ı dünya:
dünya kapısı, dünya.
dâr-ı fânî:
ölümlü, kaybolan, gelip
geçici, yok olup giden yer; dünya.
dergâh-ı rahmet:
Allah’ın rahmet
kapısı, dergâhı.
ebedülâbâd:
ebedlerin ebedî, tü-
kenmez, ebedî hayat, sonsuzluk.
el-aman:
medet, aman, imdat
manasında yardım ve şikâyet bil-
diren edat.
elem:
dert, üzüntü, maddî-mane-
vî ıztırap.
evvel:
önce.
fânî:
ölümlü, geçici.
feryat:
haykırma, çığlık.
firak-ı ebedî:
ebedî, sonsuz ay-
rılık.
gaddar:
çok fazla zulüm ve hak-
sızlık eden.
gayet:
son derece.
hacalet:
utanma, utanç.
halâs:
kurtarma.
hâlik:
helâk olan, mahv olan, fe-
nâya giden.
Hâlık-ı Kerîm:
her şeyi bol ikram
ile yaratan, cömert ve ihsanı bol
olan yaratıcı, Allah.
hususan:
bilhassa, özellikle.
ihtiyarsız:
irade ve istem dışı.
inhiraf:
doğru yoldan sapma, dön-
me, doğru yoldan çıkma.
kafile kafile:
sıra sıra, takım
takım.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddü-
de mahal bırakmayan.
kefen:
gömülmeden önce ölünün
sarıldığı beyaz bez, kefen.
lisan-ı hâl:
hâl dili, bir şeyin duru-
şu ve görünüşü ile bir mana ifade
etmesi.
lisan-ı kàl:
söz ile anlatılan
mana, konuşma dili.
meftun:
tutkun, müptelâ, aşırı
bağlanmış.
mekkâr:
hilekâr, düzenbaz,
hileci.
menzil:
yer, konak.
mevcudat:
mevcutlar, var
olan her şey, mahlûklar.
nefs-i emmare:
insana kötü
ve günah işlerin yapılmasını
emreden nefis.
nida:
ses, seslenme, çağırma.
rabb-i rahîm:
şefkat ve mer-
hamet sahibi olan Cenab-ı
Hak.
sır:
gizli hakikat.
sür’at:
çabuk olma, hızlılık.
tabut:
içine ölü konulan
sandık.
tarz:
biçim, şekil.
teveccüh:
bir şeye veya bir
yere doğru hareket etme.
veda:
ayrılık, ayrılma, ayrılış.
vefat:
ölme.
yâ Hannan:
ey çok acıyan ve
çok merhametli olan Allah’ım.
yâ Mennan:
Ey ihsanı çok
olan ve çok çok nimet veren
Allah’ım.
yakin:
kesin bilme, şüpheden
sıyrılarak son derece doğru ve
kuvvetli bilme.
1.
Gelmesi muhakkak olan her şey, uzak da olsa yakındır. (İbni Mâce, Mukaddime, 7:46; Feyzü’l-
Kadîr, 2:178.)
Z
ühre
| 268 | Mesnevî-i nuriye