İKİNCİ BaB
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
701
dokuz noktadır.
Birinci Nokta
: Cihat-ı sitteye arız olan zulmet,
ye’s ve füturu izale eder. söyle ki:
Sağ cihet
mazidir. dalâlet gözüyle bakılsa mezar-ı
ekber görünür. Hâlbuki sırr-ı iman ile zulmet zayi
olur, münevver bir meclise inkılâp eder.
Sol taraf
ki, müstakbeldir; sureten muzlim ve mu-
vahhiştir, kabre nazırdır. nur-i iman ile ziyafet-i
rahmaniyenin güzergâhı olan cinan-ı müzeyyeneye
intikal eder.
Üst taraf
ki; âlem-i semavattır. Felsefe nazarında
tevahhuş ve tedehhüşü mucip iken; nur-i iman ile
insana karşı güleryüzlü, taravetli, halâvetli nevvar
lem’alarla şefaatbahş ruhanîler ve nuranîler maka-
mı, dest-i teavünü uzatan feriştehler makarrıdır.
Alt taraf
ki, zemindir; bu dahi, felsefe-i dâlle in-
dinde vahşet verir. zira bütün mahlûkat ve bilhassa
insan, hemcinslerinin zahiren zeminde çürümekte
olduğunu hisseder. nur-i iman ile bakılırsa, enva-ı
lezaiz ve mat’umatla memlû ve mücehhez zîruha
musahhar çok mühim bir sefine-i İlâhiye olduğunu;
hem beray-ı seyahat o gemiye gelen nev-i beşeri ve
cins-i hayvanı alıp gezdirip bâkî bir menzile garimet
için teshir edilmiş bir konak mahalli olduğu fehm
edilir. karşı tarafına cephedir. ehl-i gaflet nazarında
umum zîhayatın sür’atle gidip kaybolduğu idam-ı
ebedî kuyusudur. Fakat nimet-i iman yâr olursa, o
Lem’aLar | 1085 |
f
iHriST
lenme yeri.
lem’a:
parıltı.
mahal:
yer.
mahlûkat:
yaratıklar, yaratılmış-
lar.
makam:
yer, mevki.
makarrı:
karar kılınan, durulan
yer; merkez.
mat’umat:
yemekler, yiyecekler.
mazi:
geçmiş, geçmiş zaman.
memlû:
dolu, doldurulmuş.
menzil:
yer, mekân.
mezar-ı ekber:
çok büyük mezar.
mucip:
gerektiren, lâzım gelen.
musahhar:
emre verilmiş, boyun
eğmiş.
muvahhiş:
dehşet veren, korku-
tan, korkutucu.
muzlim:
karanlık; bilinmez, belir-
siz.
mücehhez:
cihazlandırılmış, dona-
tılmış.
münevver:
nurlanmış, aydınlan-
mış.
müstakbel:
gelecek, gelecek za-
man.
nazar:
bakış; düşünce; göz.
nazır:
bakan; bir yüzü bir tarafa
bakan, yönelik.
nev-i beşer:
insan nev’i, insanlık,
bütün insanlar.
nevvar:
nurlu, parlayan.
nimet-i iman:
iman nimeti, inanç
nimeti.
nuranî:
nurlu, ışıklı, parlak.
nur-i iman:
imandan gelen nur,
aydınlık, ışık.
ruhanî:
gözle görülmeyen, cisim
olmayan, elle tutulmayan varlık;
ruhlar âlemine ait.
sefine-i İlâhîye:
İlâhî gemi.
sırr-ı iman:
imanın sırrı, imanın
hakikati.
sureten:
görünüşte.
şefaatbahş:
şefaat eden.
taravet:
tazelik.
tedehhüş:
dehşetlenme.
teshir etmek:
itaat ettirmek, bo-
yun eğdirmek.
tevahhuş:
korkma, ürkme, vah-
şete düşme.
vahşet:
korku, ürküntü; yalnızlık.
yâr:
dost, yardımcı.
yeis:
ümitsizlik.
zahiren:
görünüşte.
zayi olmak:
kaybolmak.
zemin:
yer, yeryüzü.
zîhayat:
hayat sahibi, canlılar.
zîruh:
ruh sahibi.
ziyafet-i rahmaniye:
çok çok
merhametli olan Allah’ın mü’min
kulları için hazırladığı ziyafet.
zulmet:
karanlık.
âlem-i semavat:
gökler âlemi.
arız olmak:
sonradan ortaya
çıkma.
bab:
bölüm, kısım.
bâkî:
yok olmayan, sürekli ve
kalıcı olan, sonsuz.
beray-ı seyahat:
yolculuk için.
bilhassa:
özellikle.
cephe:
bir şeyin ön tarafı.
cihat-ı sitte:
altı yön, altı ta-
raf.
cihet:
yön, taraf.
cinan-ı müzeyyene:
süslen-
miş cennetler.
cins-i hayvan:
hayvan cinsi,
hayvan türü.
dalâlet:
hak ve hakikatten,
doğru yoldan sapma.
dest-i teavün:
yardım eli
ehl-i gaflet:
Allah’ı ve ahireti
unutanlar, nefsin arzularına
dalanlar.
enva-ı lezaiz:
lezzetlerin çe-
şitleri, türleri.
fehim etmek:
anlamak.
felsefe-i dâlle:
doğru yoldan
sapan, dalâlette olan felsefe.
ferişteh:
melek.
fütur:
zayıflık, gevşeklik,
usanç, bıkma.
garimet:
alacak; borç ödeme.
güzergâh:
geçip gidilen yol,
geçit yeri.
halâvet:
tatlılık, şirinlik.
hemcins:
aynı cinsten olan.
idam-ı ebedî:
sonsuza kadar
yok oluş.
indinde:
yanında.
inkılâp etmek:
değişmek, dö-
nüşmek.
intikal etmek:
geçmek, yer
değiştirmek.
izale etmek:
ortadan kaldır-
mak, yok etmek.
konak:
yerleşme yeri; din-