ON DOKUZUNCU DeVa
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
491
Cemîl-i zülcelâl’in bütün isimleri, “esma-i Hüsna”
tabir-i samedanîsiyle güzel olduklarını; ve mevcudat
içinde en lâtif, en cami âyine-i samediyet de hayat
olduğunu; ve güzelin âyinesi güzel olduğunu ve gü-
zelliklerini gösteren güzelleşeceğini ve o âyineye de
o güzelden ne gelse güzel olduğunu; ve hayat daima
sıhhat ve afiyet ve yeknesak gitse, nakıs bir âyine
olacağını; ve hastalıklı bir uzvun etrafında, sâni-i Ha-
kîm sair azaları o uzva muavenettarâne teveccüh et-
tirip, nakışlarını ve vazifelerini göstermek için o has-
talığı misafireten gönderip, vazifesi bittikten sonra ye-
rini yine afiyete bırakıp gittiğini ispat eder.
YİrmİNCİ DeVa
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
493
Hastalık iki kısım olup, bir kısmı hakikî, bir kısmı
vehmî olduğunu; hakikî kısmına Şafiî-i zülcelâl kü-
re-i arz eczahane-i kübrasında her derde bir deva is-
tif ettiğini; ve o devalar ise, dertleri istediğinden, on-
ları istimal etmek meşru olduğunu, fakat devanın te-
sirinin Cenab-ı Hak’tan bilmek lâzım olduğunu; veh-
mî hastalığa ehemmiyet verilmeyeceği, ehemmiyet
verildikçe fazlalaşacağını, ehemmiyet verilmezse ha-
fif geçeceğini güzel bir temsil ile ispat eder.
Yİrmİ BİrİNCİ DeVa
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
494
Hastalıkta maddî bir elem olup, o elemi izale ede-
cek manevî bir lezzet ihata ettiğini; ve zahiren pe-
der ve valide ve akrabaların şefkatleri, onun etrafın-
da hastalık cazibesiyle, ona karşı muhabbettarâne
f
iHriST
| 1052 | Lem’aLar
afiyet:
sağlık, hasta olmama hâli.
âyine:
ayna.
âyine-i Samediyet:
Allah’ın hiç bir
şeye muhtaç olmadığını her şeyin
Allah’a muhtaç olduğunu gösteren
ayna.
aza:
organ.
cami:
bir çok farklı özelliği kendi-
sinde toplayan.
cazibe:
çekim, çekicilik.
Cemîl-i Zülcelâl:
büyüklük ve son-
suz güzellik sahibi olan Allah.
Cenab-ı Hak:
doğru, gerçek, Hak-
kın tâ kendisi olan, şeref ve aza-
met sahibi yüce Allah.
deva:
ilâç, çare.
eczahane-i kübra:
en büyük ec-
zahane.
ehemmiyet vermek:
çok önemli
görmek.
elem:
acı, üzüntü.
esma-i Hüsna:
Allah’ın güzel isim-
leri.
hakikî:
gerçek.
ihata etmek:
sarmak, kuşatmak.
ispat etmek:
doğruyu delil göste-
rerek meydana koymak.
istif etmek:
düzgün bir şekilde
yığmak, yerleştirmek.
istimal etmek:
kullanmak.
izale etmek:
ortadan kaldır-
mak, yok etmek.
küre-i arz:
yer küre, dünya.
lâtif:
güzel, hoş.
meşru:
dine uygun, dinin izin
verdiği, helâl.
mevcudat:
yaratılmış olan
şeylerin tamamı, varlıklar.
misafireten:
misafir olarak.
muavenettarâne:
yardımlaşa-
rak.
muhabbettarâne:
sevgi bes-
leyerek, muhabbetle.
nakış:
işleme, süsleme.
peder:
baba.
sair:
öteki, diğer.
Sâni-i Hakîm:
her şeyi gayeli,
faydalı, anlamlı, yerli yerinde
ve sanatlı olarak yaratan Al-
lah.
sıhhat:
sağlık.
Şâfi-i Zülcelâl:
büyüklük ve
haşmet sahibi olan her derde
şifa veren Allah.
şefkat:
acıyarak ve esirgeye-
rek sevme, içten ve karşılıksız
merhamet etme.
tabir-i Samedanî:
her şey
Kendisine muhtaç olduğu
hâlde Kendisi hiç bir şeye
muhtaç olmayan Allah’ın ifade
tarzı.
temsil:
örnek, benzetme.
tesir:
etki.
teveccüh ettirmek:
yönlen-
dirmek, yöneltmek.
uzuv:
organ.
valide:
anne.
vazife:
iş, görev.
vehmî:
vehimden kaynakla-
nan, aslında olmadığı hâlde
varmış sanılan.
yeknesak:
devamlı aynı
hâlde, değişmeden, monoton.
zahiren:
görünüşte.