ve intizamla, mana-i harfî ile sâni ve nizam-ı hakikîye is-
tidlâl keyfiyetini öğretmek için nazil olan bir kitaptır. Bi-
naenaleyh, sanat, kasıt, nizam, kâinatın her zerresinde
bulunur; matlûp hâsıl olur. teşekkülü nasıl olursa olsun,
bizim matlûbumuza taallûku yoktur.
Febinaen alâ zâlik, madem ki kur’ân’ın kâinattan bah-
si istidlâl içindir; ve delilin de müddeadan evvel malûm
olması şarttır; ve delilin muhataplarca vuzuhu müstah-
sendir; bazı ayetlerin, onların hissiyatına ve edebî malû-
matlarına imale etmesi ve benzetmesi, mukteza-i belâgat
ve irşat olmaz mı? Fakat, bu ayetlerin, hissiyatlarına ima-
le etmesi meselesi, o hissiyata kasten delâlet etmek için
değildir, ancak kinaye kabîlinden, o hissiyatı okşamak
içindir. Maahaza, hakikate ehl-i tahkiki isal için, karine
ve emareler vaz edilmiştir. Meselâ, eğer kur’ân-ı kerîm,
makam-ı istidlâlde şöylece demiş olsaydı ki: “ey insanlar!
güneşin zahirî hareketiyle hakikî sükûnuna ve arzın za-
hirî sükûnuyla hakikî hareketine ve yıldızlar arasında ca-
zibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acibelerine
ve yetmiş unsur arasında hâsıl olan imtizacata ve bir
avuç su içinde binler mikrobun bulunmasına dikkat edi-
niz ki; bu gibi harika şeylerden, Cenab-ı Hakkın her şe-
ye kàdir olduğunu anlayasınız” deseydi, delil müddeadan
binlerce derece daha hafî, daha müşkül olurdu. Hâlbuki,
delilin müddeadan daha hafî olması, makam-ı istidlâle
uymaz. Maahaza, onların hissiyatına imale edilen ayet-
ler, kinaye kabîlinden olup, ifade ettikleri zahirî manala-
rı sıdk veya kizbe medar olamaz.
istidlâl:
delil getirmek, bir delile
dayanarak netice çıkarmak.
kabil:
tür, gibi.
kàdir:
bir işi yapmaya gücü yeten,
kuvvet sahibi olan.
karine:
karışık veya belirsiz bir şe-
yin anlaşılmasına, çözülmesine
yarayan hâl, ipucu.
kasıt:
niyet, düşünce.
kasten:
bile bile, isteyerek, kasıtlı
olarak.
keyfiyet:
bir şeyin nasıl olduğu,
hâl, durum, iç yüz.
kinaye:
maksadı, kapalı bir şekil-
de ve dolaylı olarak anlatan söz.
kizb:
yalan, uydurma.
maahaza:
bununla birlikte, böyle
olmakla beraber.
madem:
değil mi ki.
makam-ı istidlâl:
delile dayalı ne-
tice çıkarılan yer, delil ile anlama-
yı sağlayan makam, delil getirme
makamı.
malûm:
bilinen, bilinir olan.
malûmat:
bilgiler, bilinenler.
mana:
anlam.
mana-i harfî:
bir şeyin kendisini
değil de sanatkârını, ustasını, sa-
hibini bilip tanıtan mana.
matlûp:
talep edilen, istenilen,
aranılan şey.
medar:
sebep, vesile.
mesele:
konu.
muhataba:
kendisine hitap edi-
len.
mukteza-i belâgat:
belâgatin ge-
reği.
müddea:
iddia edilen şey, tez, sav.
müstahsen:
istihsan edilmiş, her-
kesin güzel bulup beğendiği, be-
ğenilmiş, güzel, makbul.
müşkül:
güç, zor, çetin.
nazil:
nüzul eden, inen.
nizam:
düzen, düzgünlük; kaide,
kanun.
nizam-ı hakikî:
gerçek nizam,
doğru düzen.
Sâni:
her şeyi sanatlı olarak yara-
tan Allah.
sıdk:
doğruluk.
sükûn:
sakinlik, durgunluk, hare-
ketsizlik.
şart:
koşul.
taallûk:
münasebet, rabıta.
teşekkül:
kurulma, oluşma, şekil-
lenme.
unsur:
madde, esas, kök.
vaz:
sunma, açıklama.
vuzuh:
kolay anlaşılırlık, ifade
açıklığı.
zahirî:
görünüşte olan; zahire, dı-
şa ait olan.
zerre:
en küçük parça, molekül,
atom.
İşaratü’l-İ’caz | 285 |
n
üBüvveT
h
akkında
acibe:
alışılmış surette olma-
yan, çok harika.
arz:
yer, dünya.
ayet:
Kur’ân cümlesi.
bahis:
konu yapan.
binaenaleyh:
bundan dolayı,
bunun üzerine.
cazibe-i umumîye:
umumî
bir cazibe, genel çekim gücü.
cenab-ı Hak:
Allah; doğru,
gerçek, Hakkın tâ kendisi olan,
şeref ve azamet sahibi yüce
Allah.
delâlet:
delil olma, gösterme;
alâmet, işaret.
delil:
kanıt, tanık, bürhan.
edebî:
edebiyatla ilgili, edebi-
yata ait.
ehl-i tahkik:
gerçeği araştı-
ranlar, gerçeğin peşinden gi-
denler.
emare:
alâmet, belirti, nişan.
febinaen alâ zâlik:
buna bi-
naen, bundan dolayı, böyle ol-
duğu için.
garibe:
evvelce görülmemiş,
tuhaf, şaşılacak şey, ender gö-
rülen, işitilmemiş şey.
hafî:
gizli, açıktan olmayan.
hakikat:
gerçek, doğru.
hakikî:
gerçek.
harika:
olağanüstü.
hâsıl:
elde edilenlerin hepsi,
meydana gelme.
hissiyat:
hisler, duygular.
imale:
bir tarafa meylettirme,
bir tarafa eğme.
imtizacat:
uyuşmalar, bağ-
daşmalar, bir arada bulunma-
lar.
intizam:
düzenlilik, düzgün-
lük.
irşat:
doğru yolu gösterme,
gafletten uyandırma.
isal:
ulaştırma, eriştirme.