yine o şeriat, lisan-ı i’cazıyla cevaben diyecektir ki: “Biz,
kelâm-ı ezelîden ayrıldık, nev-i beşerin fikriyle beraber
ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev-i beşer
dünyadan kat-ı alâka ettikten sonra, biz de sureten, tek-
lif cihetiyle insanlardan ayrılacağız; fakat maneviyatımız
ve esrarımızla nev-i beşerin arkadaşlığına devam edip,
onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan
ayrılmayacağız.”
EyArkadaş!
Bu gördüğün garip, acip sahifenin baştan nihayete
kadar ihtiva ettiği hâller, inkılâplar, vaziyetler,
(1)
/
¬p
?r
ãp
e r
øp
e m
In
Qƒo
°ùp
H Gƒo
`Jr
Én
a
’deki emr-i tacizîyi nev-i beşere tek-
rar tekrar ilân ediyorlar.
AzizKardeşim!
Bir kapı daha açıldı; oraya bakalım.
(2)
Én
ær
ds
õn
f És
‡ p
m
Ör
jn
Q ?/
a r
ºo
à`r
æ`o
c r
¿
p
Gn
h
(ilâahir) olan ayet-i kerîme-
nin işaret ettiği gibi, cemaatin istidadına göre irşadın ya-
pılması lüzumundan ve Şâriin cumhuru irşat etmekte ta-
kip ettiği maksattan gafletleri ve cehilleri dolayısıyla, ba-
zı insanlar, kur’ân hakkında çok şek ve şüphelere maruz
kalmışlardır. o şek ve şüphelerin menşei üç emirdir:
1. diyorlar ki: “kur’ân’da “müteşabihat ve müşkülât”
denilen, hakikî manaları anlaşılmayan bazı şeylerin bu-
lunması, i’cazına münafidir. zira, kur’ân’ın i’cazı belâgat
acip:
tuhaf, hayrette bırakan.
ayet-i kerîme:
Kur’ân’ın ayeti;
azamet ve şerefi olan ayet.
aziz:
izzetli, muhterem, saygın.
belâgat:
söz ve yazıda sanatlı ve
tesirli ifade; bir şeyde saklı bulu-
nan derin anlam.
cehil:
bilgisizlik, cehalet, cahillik.
cevaben:
cevap olarak, karşılık
şeklinde.
cihet:
yön.
cumhur:
halk, ahali, umum toplu-
luk.
delil:
kanıt, tanık, bürhan.
ebed:
sonsuzluk, daimîlik.
esrar:
sırlar, gizli hakikatler.
gaflet:
gafillik, boş bulunma, ihti-
yatsızlık, dikkatsizlik.
garip:
tuhaf, hayret verici.
hakikî:
gerçek.
i’caz:
mu’cizelik, insanların benze-
rini yapmaktan âciz kaldıkları şe-
yi yapmak.
ihtiva:
içine alma, kapsama.
ilâahir:
sona kadar, sonuna kadar.
ilân:
yayma, duyurma, bildirme.
inkılâp:
değişme, dönüşme.
irşat:
doğru yolu gösterme, gaflet-
ten uyandırma.
istidat:
kabiliyet, yetenek.
kat-ı alâka:
ilgiyi kesme.
kelâm-ı ezelî:
ezelî söz, varlığına
başlangıç olmayan Allah’ın sözü;
Kur’ân-ı Kerîm ayetleri.
lisan-ı i’caz:
mu’cize ve mu’ci-
ze oluş diliyle, anlatımıyla.
maksat:
gaye.
mana:
anlam.
maneviyat:
mana âlemine ait
olanlar, hisse ve inanca ait
şeyler.
maruz:
uğramak, etkilenmek.
menşe:
esas, kaynak.
münafi:
zıt, aykırı.
müşkülât:
müşküller, güçlük-
ler, zorluklar.
müteşabihat:
Kur’ân-ı Ke-
rîm’in manası açık olmayan
ayetleri, müteşabih ayetler,
mecazî manaya elverişli ayet-
ler.
nev-i beşer:
insanoğlu, insan-
lar.
nihayet:
son.
sahife:
sayfa.
sureten:
suret olarak, görünüş
itibarıyla.
şâri:
gerçek kanun ve kural
koyucu olan Allah.
şek:
şüphe, zan, tereddüt.
şeriat:
İslâm dini ve prensiple-
ri.
teklif:
öneri.
vaziyet:
durum.
1.
Haydi onun benzeri olan bir sure getirin. (Bakara Suresi: 23.)
2.
Eğer indirdiğimiz Kur’ân’dan bir şüpheniz varsa. (Bakara Suresi: 23.)
B
akara
S
ureSi
| 278 | İşaratü’l-İ’caz