Bir adam, düşünmeden, gayr-i muntazam bir surette
söyler; ötekisi o sözün evvel ve ahirine bakar, siyak ve
sibakını düşünür ve o sözün başka sözlerle münasebetle-
rini tasavvur eder ve münasip bir mevkide, münbit bir
yerde zer’ eder. İşte bu adamın şu tarz-ı hareketinden,
derece-i ilim ve marifeti anlaşılır. kur’ân-ı kerîm’in fen-
lerden bahsederken aldığı fezlekeler, bu kabîl kelâmlar-
dandır.
•
ÜçüncüNükte:
Bu zamanda vesait, alât ve edevat, sa-
nayiin tekemmülüyle çocukların oyuncakları gibi adîleş-
miş olan çok şeyler vardır ki, eğer onlar bundan iki üç
asır evvel vücuda gelmiş olsaydılar, harikalardan addedi-
lecekti. kezalik, kelâmlarda, sözlerde de zamanın tesiri
vardır. Meselâ, bir zamanda kıymetli bir sözün başka bir
zamanda kıymeti kalmaz. Binaenaleyh, şu kadar uzun
zamanlar, asırlar boyunca gençliğini, güzelliğini, tatlılığı-
nı, garabetini muhafaza eden kur’ân, elbette ve elbette
harikadır.
•
DördüncüNükte:
İrşadın tam ve nafi olmasının birin-
ci şartı, cemaatin istidadına göre olması lâzımdır. Cema-
at avamdır. Avam ise, hakaikı çıplak olarak göremez,
ancak onlarca malûm ve me’lûf üslûp ve elbise altında
görebilirler. Bunun içindir ki, kur’ân-ı kerîm, yüksek ha-
kaikı müteşabihat denilen teşbihler, misaller, istiarelerle
tasvir edip, cumhura, yani avam-ı nâsın fehimlerine ya-
kınlaştırmıştır. Ve keza, tekemmül etmeyen avam-ı nâsın
tehlikeli galatlara düşmemesi için, hiss-i zahirî ile gördük-
leri ve itikat ettikleri güneş, arz gibi meselelerde icmal ve
istidat:
kabiliyet, yetenek.
itikat:
inanç, iman.
kabil:
türlü, gibi.
kelâm:
söz, konuşma.
keza:
böylece, aynı şekilde.
kezalik:
keza, bu da öyle, böyle-
ce.
kıymet:
değer.
Kur’ân-ı Kerîm:
Kur’ân; Hz. Mu-
hammed’e vahiyle indirilen en
son İlâhî kitap.
malûm:
bilinen, bilinir olan.
marifet:
bilme, derin bilgi.
me’lûf:
alışılmış, ülfet edilmiş.
meselâ:
örneğin.
mesele:
konu.
mevki:
yer, makam.
misal:
benzer, örnek.
muhafaza:
koruma.
münasebet:
ilgi, alâka, yakınlık.
münasip:
uygun.
münbit:
verimli, bereketli, ekilmiş
olan bir şeyi iyi yetiştiren.
müteşabihat:
zahirî ifadesinin dı-
şında anlam taşıyan teşbihli ifade.
nafi:
faydalı.
sanayi:
ham maddeleri işleyerek
mamul madde hâline sokmak için
uygulanan fiil ve vasıtaların bütü-
nü, endüstri.
sibak:
bir şeyin öncesi, geçmişi,
başlangıcı.
siyak:
sözün gelişi, ifade şekli ve
tarzı.
suret:
biçim, tarz, görünüş.
şart:
koşul.
tarz-ı hareket:
davranış şekli.
tasavvur:
bir şeyi zihinde şekil-
lendirme, düşünme.
tasvir:
betimleme, başka bir ifade
ile anlatma.
tekemmül:
olgunlaşma, kemale
erme, mükemmelleşme.
teşbih:
benzetme.
üslûp:
tarz, yol, biçim, usul, stil.
vesait:
vasıtalar.
zer:
tohum ekme, tohum saçma.
İşaratü’l-İ’caz | 273 |
n
üBüvveT
h
akkında
addetmek:
saymak, öyle ka-
bul etmek.
adî:
sıradan, her zamanki.
ahir:
son.
alât:
aletler, vasıtalar, aygıtlar.
arz:
yer, dünya.
asır:
yüzyıl.
avam:
halkın büyük kısmı,
umum, herkes; “havas”ın zıd-
dı.
avam-ı nâs:
insanların ilmî, ir-
fanı kıt, okuma yazması az,
fikren zayıf olanları.
binaenaleyh:
bundan dolayı,
bunun üzerine.
cemaat:
topluluk, aralarında
çeşitli bağlar bulunan insanlar
topluluğu.
cumhur:
halk, ahali, umum
topluluk.
derece-i ilim:
bilme derecesi.
edevat:
bir işi yapmaya vası-
ta olan şeyler, aletler.
evvel:
önce.
fehim:
zeki, anlayışlı, akıllı,
kavrayışlı.
fen:
tatbiki bilgi, teknik.
fezleke:
hülâsa, netice, muh-
tasar, özet.
galat:
yanlış, yanılma, hata,
bozulma.
garabet:
gariplik, tuhaflık.
gayr-i muntazam:
intizam dı-
şı, tertipli olmayan, tertipsiz,
düzensiz.
hakaik:
hakikatler, doğrular,
gerçekler.
harika:
olağanüstü.
icmal:
öz, özet.
irşat:
doğru yolu gösterme,
gafletten uyandırma.
istiare:
bir kelimeyi konuldu-
ğu manada kullanmanın da
caiz olmasıyla beraber, başka
bir manada kullanma sanatı.