İşaratü'l İ'caz - page 265

Malûmdur ki, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliyenin im-
tizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi, hasis,
alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etmeyen yüksek
hâller husule gelir. evet, melâike, ulüvv-i şanlarından
şeytanları reddeder, kabul etmezler.
kezalik, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliye, kizb, hile
gibi alçak hâlleri reddeder. evet, yalnız şecaatle iştihar
eden bir zat, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün
ahlâk-ı âliyeyi cem eden bir zat, nasıl yalana ve hileye te-
nezzül eder; imkânı var mıdır?
Hül âsa
: Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesse-
lâm, kendi kendine güneş gibi bir bürhandır.
Ve keza, o zatın (
AsM
) dört yaşından kırk yaşına kadar
geçirmiş olduğu gençlik devresinde, bir hilesi, bir hıyane-
ti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. eğer o zatın ya-
ratılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve
meyli olmuş olsaydı, behemehâl gençlik saikasıyla dışarı-
ya verecekti. Hâlbuki, bütün yaşını, ömrünü kemal-i isti-
kametle, metanetle, iffetle, bir ıttırat ve intizam üzerine
geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir hâlini
görmemişlerdir.
Ve keza, yaş kırka bâliğ olduğunda, iyi olsun, kötü ol-
sun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun, rüsuh peyda eder,
meleke hâline gelir; daha terki mümkün olmaz. Bu za-
tın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılâb-ı azîmi
âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celp ve cezbetti-
ren, o zatın (
AsM
) evvel ve ahir herkesçe malûm olan
keza:
böylece, aynı şekilde.
kezalik:
keza, bu da öyle, böyle-
ce.
kizb:
yalan söyleme, yalan, uy-
durma.
malûm:
bilinen, bilinir olan.
melâike:
melekler.
meleke:
bir şeyi çok kez tekrarla-
yarak ve tecrübe ederek meyda-
na gelen bilgi ve maharet.
metanet:
metin olma, dayanıklı-
lık; gayret.
müsaade:
izin, icazet, ruhsat.
peyda:
meydana gelme, açığa çık-
ma.
rüsuh:
maharet, meleke.
saika:
sevk, yönelme, sebep.
şecaat:
yiğitlik, yüreklilik, cesur-
luk, korkusuzluk, kahramanlık,
hamaset.
şeref:
manevî büyüklük, yücelik,
onur.
tabiat:
yaratılış, huy, karakter, se-
ciye, mizaç.
tasdik:
doğrulama, onaylama.
tenezzül:
inme, alçalma.
ulüvv-i şan:
şanı yüce, şerefi bü-
yük.
vakar:
ağırbaşlılık, heybetli oluş,
ciddiyet.
İşaratü’l-İ’caz | 265 |
n
üBüvveT
h
akkında
ahlâk-ı âliye:
yüksek ahlâk,
yüce ahlâk, üstün ahlâk.
âlem:
dünya, cihan.
aleyhissalâtü vesselâm:
Salât
ve selâm onun üzerine olsun.
baliğ:
ulaşmış, erişmiş.
behemehâl:
mutlaka, elbette,
ne yapıp edip.
bürhan:
delil, ispat, hüccet.
celp:
çekme, çekiş, kendine
çekmek.
cem:
toplama, bir araya getir-
me.
cezp:
kendine doğru çekme,
çekilme.
hasis:
adî, ufak, değersiz, kötü
huy, fena tabiat.
haysiyet:
şeref, onur, itibar.
hıyanet:
hainlik, kendine olan
güveni kötüye kullanma.
hile:
aldatmaya yönelik dü-
zen, desise.
husul:
hâsıl olma, meydana
gelme, peyda olma.
hülâsa:
kısaca, özet.
ıttırat:
düzgün tarzda olma.
içtima:
toplanma, bir araya
gelme.
iffet:
helâle razı olup haram-
dan kaçınma.
imtizaç:
uyuşma, uygunluk,
bağdaşma.
inkılâb-ı azîm:
büyük inkılâp,
büyük ve köklü değişiklik.
intizam:
düzen, düzenlilik.
iştihar:
meşhur olma, şöhret
bulma, tanınma.
izzet-i nefsi:
insanın vakar ve
haysiyetini korumaya özen
göstermesi, kendi değerini ve
şahsiyetini aşağılamaksızın
varlığına saygı duyması.
kemal-i istikamet:
tam doğ-
ruluk, istikametin mükemmel
oluşu.
1...,255,256,257,258,259,260,261,262,263,264 266,267,268,269,270,271,272,273,274,275,...576
Powered by FlippingBook