sonra gelen insanları memnun etmek, makam-ı irşada
muhalif olduğu gibi, ruh-i belâgatle da kabil-i telif de-
ğildir.
Sual:
“keşfiyat-ı fenniye ve fünun-i hâzıra eski insan-
lara meçhul ve gayr-i me’lûf olduğundan, onları onlara
ders vermek hatadır” diyorsun. Bilhassa ahirete ait ahval
gibi müstakbeldeki nazariyat da böyle değil midir? onlar
da bize meçhul ve gayr-i me’lûfturlar. onlardan bahset-
mek niçin hata olmuyor?”
Cevap:
Müstakbeldeki nazariyat, bilhassa ahirete ait
ahvale hiçbir cihetle hiss-i zahirî taallûk etmemiştir ki, o
hissin hilâfını söylemek şaşırtma olsun. Binaenaleyh, o
gibi şeyler daire-i imkândadırlar. öyle ise, onlara itikat
ve onlarla itminan peyda etmek mümkündür. öyle ise,
o gibi şeylerin hakk-ı sarihi, onları tasrih etmektir. lâkin
keşfiyat-ı fenniye, eski insanlara göre, imkân ve ihtimal
dairesinden çıkıp, muhal ve imtina derecesine girmişler-
dir. Çünkü gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet
derecesine girmekle, onun hilâfı onlarca muhaldir. öyle
ise, onların hissiyatına hürmeten, o gibi meselelerde be-
lâgatin iktizası, ipham ve ıtlaktır ki, onlara bir şaşırtma
olmasın. Fakat kur’ân-ı kerîm, irşadını noksan bırakma-
mıştır. Bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum et-
memek üzere, çok karine ve emarelerin vaz’ıyla, haki-
katlere işaretler yapmıştır.
(HaşİYe)
karine:
karışık veya belirsiz bir şe-
yin anlaşılmasına, çözülmesine
yarayan hâl, ipucu.
keşfiyat-ı fenniye:
fen ilmine ait
keşifler, buluşlar.
mahrum:
yoksun.
makam-ı irşat:
irşat makamı,
doğru yolu gösterme yeri.
meçhul:
bilinmeyen, hakkında bil-
gi olmayan.
mesele:
konu.
Mu’cizat-ı Kur’âniye:
Kur’ân’ın
mu’cizeleri.
muhal:
imkânsız, olması mümkün
olmayan, olmaz, olmayacak.
muhalif:
zıt, aykırı.
müstakbel:
gelecek zaman.
mütercim:
tercüme eden, bir dil-
den başka bir dile çeviren, tercü-
man, çevirmen.
nazariyat:
nazariyeler, ilmî görüş-
ler, düşünceler, teoriler.
peyda:
kurma, sağlama.
ruh-i belâgat:
sözü güzel ve yerli
yerinde kullanma ruhu, belâgat
ruhu.
sual:
soru.
taallûk:
alâkalı, münasebetli ol-
ma.
tasrih:
açıkça ifade ederek şüphe
ve tereddütleri silme.
vaz:
sunma, açıklama.
HaşİYe:
Mu’cizat-ı kur’âniye risale-i nuriyesi tamamıyla bu hakikati
ispat etmiş.
Mütercim
İşaratü’l-İ’caz | 283 |
n
üBüvveT
h
akkında
ahiret:
öbür dünya, öteki
dünya, kıyametten sonra ku-
rulacak olan âlem.
ahval:
hâller, durumlar.
bedahet:
açıklık, aşikâr, ispa-
ta ihtiyaç olmayacak derece-
de açıklık.
belâgat:
söz ve yazıda sanatlı
ve tesirli ifade; bir şeyde saklı
bulunan derin anlam.
bilhassa:
özellikle.
binaenaleyh:
bundan dolayı,
bunun üzerine.
daire-i imkân:
imkân âlemi,
kâinat ve varlıklar âlemine ait
alem.
emare:
alâmet, belirti, nişan.
fünun-i hâzıra:
günümüz fen
ilimleri, zamanımız fenleri.
hakikat:
gerçek, doğru
hakk-ı sarih:
açık ve ortada
olan doğru.
haşiye:
dipnot
hilâf:
ters, karşı, zıt, aykırı.
hissiyat:
hisler, duygular.
hürmeten:
hürmet olsun di-
ye; hürmet, saygı ve ikram
maksadıyla.
ihtimal:
olabilirlik, olasılık.
iktiza:
gerek, lüzum.
imkân:
olabilirlik, olanak.
imtina:
bir fiilden kaçınma,
çekinme, geri durma.
irşat:
doğru yolu gösterme,
gafletten uyandırma.
ispat:
kanıtlama, doğrulama.
istifade:
faydalanma, yarar-
lanma.
itikat:
inanç, iman.
itminan:
inanma, güvenme,
gönül rahatlığı içinde tered-
dütsüz kabul etme.
kabil-i telif:
uzlaştırılabilir ve
bağdaştırabilir olan, münasip-
lik.