Hülâsa
: İnsan sathî ve gayr-i kastî bir nazarla batıl ve
muhal bir şeye baktığı zaman, hakikî illetini bulamadığı
takdirde, çarnaçar sıhhatine veya inkârına kail olmakla
kabul etmesi ihtimali vardır. Fakat, talip ve müşteri sıfa-
tıyla kasten ve bizzat dikkatle bakacak olursa, onların
hikemiyat dedikleri o batıl meselelerden hiçbirisini de
kabul etmez; ancak bütün siyasîlerin hikmetini ve hüke-
manın akıllarını zerrelerde farz etmekle, eblehâne kabul
eder.
Sual:
onların daima iftiharla bahsettikleri
tabiat,ne-
vamis
ve
kuva
nedir ki, kendilerini onlarla iknaa çalışı-
yorlar?
Cevap:
Tabiatdediklerişeybirmatbaadır,tâbi’değil-
dir;tâbi’ancakkudrettir.Kanundur,kuvvetdeğildir;kuv-
vetancakkudrettedir
.
Yahut, nasıl ki bildiğimiz şeriat, insanlardan sudûr
eden ef’al-i ihtiyâriyeyi bir nizam ve bir intizam altına
alıp tahdit eden kaidelerin hülâsasıdır veya devletin işle-
rini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların
mecmuasıdır; kezalik,
tabiatdenilenşeydeâlem-işaha-
detinuzuvlarındanveeczalarındansudûredenef’alara-
sındabirnizamvebirintizamıikaedenİlâhîbirşeriat-ı
fıtriyedir
. Binaenaleyh,
şeriat
ile
devletnizamı
makul ve
itibarîemirler
’den oldukları gibi; tabiat dahi itibarî bir
emir olup, hilkatte, yani yaratılışta cari olan âdetullahtan
ibarettir.
Amma tabiatın bir
mevcud-iharicî
olduğunu teveh-
hüm etmek, bir fırka askerin, idman ve talim esnasında
âdetullah:
Allah’ın tabiata koydu-
ğu yaratılışa ait kanunlar.
âlem-i şahadet:
gözle gördüğü-
müz, şahit olduğumuz âlem, kâi-
nat.
amma:
ama, lâkin, ancak.
batıl:
dinde yeri olmayan, dinî hü-
kümlere zıt.
binaenaleyh:
bundan dolayı, bu-
nun üzerine.
bizzat:
kendisi, şahsen.
cari:
geçerli, yürürlükte, muteber.
çarnaçar:
ister istemez, mecburi-
yetle.
düstur:
kanun, kural, esas.
eblehâne:
akılsızcasına, ahmakça-
sına, aptalca.
ecza:
cüzler, parçalar, kısımlar.
ef’al:
fiiller, işler.
ef’al-i ihtiyâriye:
kişinin kendi is-
teğiyle yaptığı işler, kişinin kendi
ihtiyârî fiilleri.
farz:
kesin yapılması gerekli olan;
İslâmiyette kesin olarak yapılma-
sı gereken emir.
fırka:
topluluk, grup, cemaat.
gayr-i kastî:
kastî olmayan, iste-
yerek bile bile yapılmayan.
hakikî:
gerçek.
hikemiyat:
hikmetler, hikmet ve
felsefeye ait söz ve düşünceler.
hikmet:
İlâhî gaye, yüksek bilgi,
fayda.
hilkat:
yaratılma, yaratılış.
hükema:
filozoflar.
hülâsa:
kısaca, özet.
ibaret:
meydana gelen, oluşan,
müteşekkil.
idman:
beden terbiyesi, beden
eğitimi, jimnastik, antrenman.
iftihar:
gurur, övünme.
ihtimal:
olabilirlik, olasılık.
ika:
dayanma, istinat etme.
ikna:
bir fikri, düşünceyi aklî delil-
lerle kabul ettirme, inandırma.
İlâhî:
Allah’la ilgili, Cenab-ı Hakka
dair.
illet:
hastalık; sebep, gaye.
inkâr:
reddetme, saklama, gizle-
me.
intizam:
düzen, düzenlilik.
itibarî:
gerçek olmayan, varsayı-
lan.
kaide:
kural, esas, düstur.
kail:
inanmış, aklı yatmış, kabul
etmiş.
kasten:
bile bile, isteyerek, kasıtlı
olarak.
kezalik:
keza, bu da öyle, böyle-
ce.
kudret:
güç, kuvvet, iktidar.
kuva:
kuvvetler, güçler, takatlar.
makul:
akıllıca hareket eden.
mesele:
konu.
mevcud-i haricî:
dışta varlığı bu-
B
akara
S
ureSi
| 238 | İşaratü’l-İ’caz
lunan bir şey, hayalî veya
vehmî olmayan, maddî vücu-
du bulunan eşya.
muhal:
imkânsız, olması
mümkün olmayan.
müşteri:
bir şeyi satın alan
veya satın almaya talip olan
kimse, alıcı.
nevamis:
kanunlar, şeriatlar.
nizam:
düzen, düzgünlük; kai-
de, kanun.
sathî:
yüzeysel, derine inme-
yen, üstün körü.
sıfat:
vasıf, nitelik.
sual:
soru.
sudûr:
sâdır olma, meydana
çıkma, olma.
şeriat:
İslâm dini ve prensiple-
ri.
şeriat-ı fıtriye:
kâinatta düze-
ni ve ahengi sağlayan, bütün
varlıkların uymak zorunda ol-
duğu kanun ve kuralların ta-
mamı.
tâbi:
boyun eğen, uyan, itaat
eden.
tabiat:
kainatın düzenini de-
vam ettiren kanun.
tahdit:
hudutlandırma, sınırla-
ma.
talim:
eğitim, yetiştirme, öğ-
retme.
talip:
talep eden, isteyen, is-
tekli.
tanzim:
düzenleme, sıralama,
tertipleme.
tevehhüm:
vehmine kapıl-
mak, öyle zannetmek.
zerre:
en küçük parça, mole-
kül, atom.