tasdiki, bütün hikmetlerin mercii olan nizam-ı âlemden
gaflet etmesinden ve madde ile hareketinin ezeliyete zıt
olduğuna körlük gösterdiğinden ileri gelmiştir ki, şu ga-
rip nakışları ve acip sanat eserlerini esbab-ı camideye is-
nat etmek mecburiyetiyle o dalâletlere düşmüşlerdir.
Hüseyin-i Cisrî’nin dediği gibi, âsâr-ı medeniyetle mü-
zeyyen ve bütün ziynetlere müştemil bir eve giren bir
adam, ev sahibini göremediğinden, o ziyneti, o esasatı
tesadüfe ve tabiata isnat etmeye mecbur olmuştur.
kezalik, nizam-ı âlemdeki bütün hikmetlerin, faydala-
rın tam bir ihtiyâra ve şamil bir ilme ve kâmil bir kudre-
te yaptıkları şahadetten gaflet eden gafiller, sathî nazar-
larınca, tesir-i hakikîyi esbab-ı camideye vermeye mec-
bur kalmışlardır.
EyArkadaş!
Cenab-ı Hakkın pek ince âsâr-ı sanatından ve pek
yüksek acaib-i kudretinden sarf-ı nazar ederek, yalnız
ta-
biat
denilen şu âsâr ve esbaptan, en zahir olan in’ikâs ve
irtisam keyfiyetine bak. Meselâ, bir aynayı semaya karşı
tuttuğun zaman, semayı irtifaıyla, nakışlarıyla, yıldızlarıy-
la celp edip, aynada in’ikâs ve irtisam ettiren illet-i mü-
essirenin, aynanın yüzündeki hasiyet olduğuna kanaat
hâsıl edebilir misin? Hâşâ! Veyahut hakikatte bir emr-i
vehmîden ibaret olan cazibe-i umumiyenin, arz ile yıldız-
ları şu boşlukta muntazam tahrik ve tedbirine illet-i
müessire olarak telâkki ve kabul edebilir misin? Hâşâ!
Bunlar ancak şart ve sebep olabilirler, illet-i müessire
olamazlar.
şan.
ihtiyâr:
irade, tercih.
illet-i müessire:
tesir edici sebep,
etkileyici neden.
in’ikâs:
aksetme, yansıma.
irtifa:
yükseklik.
irtisam:
resmolma, resimleme.
isnat:
dayandırma.
kâmil:
olgun, noksansız, mükem-
mel.
kanaat:
inanma.
keyfiyet:
bir şeyin nasıl olduğu,
hâl, durum, iç yüz.
kezalik:
keza, bu da öyle, böyle-
ce.
kudret:
güç, kuvvet, iktidar.
mazhar:
nail olma, şereflenme.
mecburiyet:
mecbur olma, zaru-
rîlik durumu, zorunluluk.
merci:
merkez, kaynak, müracaat
edilecek yer.
meselâ:
örneğin.
muntazam:
nizamlı, intizamlı, dü-
zenli ve düzgün biçimde.
müştemil:
şümulüne alan, içine
alan.
müzeyyen:
ziynetlendirilmiş, süs-
lü.
nakış:
işleme, süsleme.
nizam-ı âlem:
Cenab-ı Hakkın kâ-
inata koymuş olduğu düzen, dün-
ya düzeni.
sarf-ı nazar:
bakıştan uzak tutma,
gözden kaçırma.
sathî:
yüzeysel.
sema:
gökyüzü, gök.
şahadet:
şahit olma, şahitlik; açık
alâmet, işaret.
şamil:
içine alan, kapsayıcı.
şart:
koşul.
tabiat:
kâinatın düzenini devam
ettiren kanun.
tahrik:
kışkırtma, kandırma.
tasdik:
doğrulama, onaylama.
tedbir:
idare etme; önlem, çare.
telâkki:
kabul etme, bir görüşle
bakma.
tesadüf:
rastlantı.
tesir-i hakikî:
gerçek tesir, etki.
zahir:
açık, aşikâr.
ziynet:
süs.
İşaratü’l-İ’caz | 237 |
i
BadeT ve
T
evhid
B
ahSi
acaib-i kudret:
İlâhî kudretin
insanı hayrette bırakan harika
işleri.
acip:
tuhaf, hayrette bırakan.
arz:
sunma, bildirme.
âsâr:
eserler.
âsâr-ı medeniyet:
medeniyet
eserleri.
âsâr-ı sanat:
Sanat eserleri.
cazibe-i umumîye:
umumî
bir cazibe, genel çekim gücü.
celp:
çekme, çekiş, kendine
çekmek.
cenab-ı Hak:
hakkın ta kendi-
si olan şeref ve azamet sahibi
Allah.
dalâlet:
azgınlık, sapıklık.
emr-i vehmî:
gerçekte var ol-
mayan, ama var olduğu sanı-
lan iş.
esasat:
esaslar, kökler, temel-
ler.
esbab-ı camide:
şuursuz ve
ruhsuz olan sebep ve vasıta-
lar.
esbap:
sebepler, vasıtalar.
ezeliyet:
geçmiş ve gelecek
zamanı birden içine alıp, za-
manla sınırlı olmamak.
gafil:
gaflette bulunan, endi-
şesiz, nefsine uyarak Allah’ın
emirlerini unutan.
gaflet:
gafillik, boş bulunma,
ihtiyatsızlık, dikkatsizlik.
garip:
tuhaf, hayret verici.
hakikat:
gerçek, doğru.
hâsıl:
meydana gelme, ortaya
çıkma.
hasiyet:
bir şeye has özellik,
nitelik.
hâşâ:
asla, kat’iyen, hiç bir va-
kit.
hikmet:
İlâhî gaye, yüksek bil-
gi, fayda.
ibaret:
meydana gelen, olu-