İşte, ateş yakanlara karşı işareti şöyledir: Böyle bir zul-
mete düşen, evvelâ kendini kurtaracak bir sese kulak ve-
rir. etrafı dinler; lâkin gecenin sessiz ve lâl olması, o ada-
mın sağırlığını intaç etmiştir. sonra, yardımına gelecek
bir adamı çağırmak ister; lâkin gecenin sâkit ve sağırlığı,
onun lâl olmasına sebep olmuştur. sonra, yolunu bul-
mak ümidiyle bir alâmet, bir nişan arar; fakat gecenin zi-
yasızlığı ve körlüğü, onun körlüğünü mucip olmuştur.
sonra, bu zulmetten kurtulmak için evvelki yerine avdet
etmek ister; fakat kapılar bağlanmış, rücua imkân kal-
mamıştır. Bataklığa düşen adam gibi, titredikçe batar,
battıkça zulmette kalır.
Münafıklara nazır ciheti ise: evet, münafıklar küfür ve
nifak zulmetine düştükleri zaman, onların dört cihetle
kurtulmaları mümkün idi. zira, o nifaktan başlarını kaldı-
rıp hakkı dinlemek, kur’ân’ın irşadına kulak vermekle
necatları mümkün idi. Fakat nefislerinin şeytanî olan he-
vası, kur’ân’ın sedasını kulaklarına işittirecek hevayı ka-
rıştırdığı için, kur’ân’ın kendilerini irşat etmesine mâni
olmuştur. kur’ân-ı kerîm, bu cihetten onların ümitleri
inkıta etmiş olduğuna işareten
(1)
w
º°o
U
demiştir. Ve bu işa-
retten, sanki onların kulakları kesilmiş olup, kulakları ke-
sik hayvanların kulaklarını andıran bir remiz vardır.
Saniyen
: Başlarını aşağıya indirip, vicdanlarıyla müşa-
vere ederek, doğru yolu ve hakkı sual etmekle necat ce-
vabını almak imkânı varken, kalblerindeki inat, zebhe-
dilen tavuk gibi, dillerini içeri tarafa çekerek, konuşma-
larına ve nedametle tövbe etmelerine mâni olmuştur.
alâmet:
belirti, işaret, iz.
avdet:
geri gelme, dönüş.
cihet:
şekil, yön, tarz.
evvel:
önce.
evvelâ:
öncelikle.
heva:
alâka, ilgi, meyil, aşk, sevda.
heva:
tutkunluk, düşkünlük.
imkân:
mümkün olma, olabilirlik.
inkıta:
kesilme, devam etmeme,
sona erme.
intaç:
netice verme, sonuçlandır-
ma.
irşat:
doğru yolu gösterme, doğru
yola yöneltme, gafletten uyandır-
ma, uyarma.
irşat:
doğru yolu gösterme, gaflet-
ten uyandırma.
işareten:
işaret ederek, belirterek.
küfür:
imansızlık, dinsizlik.
lâl:
sakin, sessiz.
mâni:
engel.
mucip:
icap eden, gerektiren.
münafık:
nifak sokan, ara bozucu;
kalbinde küfrü gizlediği hâlde
Müslüman görünen.
müşavere:
istişare etme, bir ko-
nuda bilen ve güvenilen kim-
selerin görüşünü alma, danış-
ma, meşveret.
nazır:
bir yüzü bir tarafa ba-
kan, yönelik.
necat:
kurtuluş, kurtulma, ha-
lâs, selâmet.
nedamet:
pişmanlık.
nefis:
kişinin kendisi, iyiliğe de
kötülüğe de meyli olan duy-
gu.
nifak:
ikiyüzlülük, münafıklık.
nişan:
iz, belirti, alâmet.
remiz:
bir şeye delâlet eden
şekil, alâmet, amblem, sem-
bol.
rücu:
dönme, geri dönme.
sâkit:
susan, ses çıkarmayan,
sükût eden.
saniyen:
ikinci olarak.
seda:
ses, duyulan.
sual:
sorma, soruşturma.
şeytanî:
şeytana ait, şeytana
has, şeytanla ilgli.
tövbe:
işlenmiş bir günahtan
pişmanlık duyup bir daha işle-
memek üzere söz verme.
vicdan:
iyiyi kötüden, hayrı
şerden ayırt etmeye yardımcı
olan ahlâkî duygu.
zebih:
boğazlama, kesme.
ziya:
ışık, aydınlık, nur, parlak-
lık.
zulmet:
karanlık, Allah’ın nu-
rundan mahrum olma hâli.
1.
Sağır. (Bakara Suresi: 18.)
B
akara
S
ureSi
| 194 | İşaratü’l-İ’caz