aşağıya indirir, hakikate yapıştırmakla o hükmün hayalî
veya zannî veya mevzu veya hurafe hükümlerden olma-
dığını ve ancak hakaik-ı sabiteden olduğunu ispat eder.
Bu cümlede
(1)
s
¿ p
G
’nin hususî nüktesi: Bu ayetin muha-
tabı olan Hazret-i Muhammed’e (
AsM
) şek ve inkâr bu-
lunmadığı hâlde şek ve inkârı ref etmek şe’ninde olan
s
¿p
G
ile karşılanması, onların iman etmesi için peygamberin
(
AsM
) şiddet-i hırsına işarettir.
(2)
n
øj/
ò s
dn
G
kelimesi ise, göze görünmezden evvel akla gö-
rünen garip ve yeni hakikatlere bir vasıta-i işarettir. Bu-
nun içindir ki, hakikatleri tebdil ve tecdit eden ve inkılâp-
ları tasvir için kullanılan işaret ve vasıtalardan en çok kul-
lanılan
n
øj/
ò s
dn
G
ve emsalidir.
kur’ân’ın tecellisiyle çok neviler silindi, hakikatler yı-
kıldı. onlara bedel, yeni yeni neviler, hakikatler teşekkül
etti. evet, zaman-ı Cahiliyete bak: o zamanda bütün ne-
viler millî rabıtalar üzerine teşekkül ettiği gibi, içtimaî ha-
kikatler de taassub-i kavmî üzerine bina edilmişti.
kur’ân’ın tecellisiyle o rabıtalar kesildi, o hakikatler tah-
rip edildi. onlara bedel, dinî rabıtalar üzerine yeni nevi-
ler ve hakikatler ihdas edildi.
evet, şems-i kur’ân’ın tulûu ile, bazı kalbler, onun zi-
yasıyla tenevvür etti. Ve mü’minlerin nev’ini temyiz ve
tayin eden bir hakikat-i nuraniye meydana geldi.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümlesi.
bedel:
bir şeyin yerine verilen ve
yerini tutan, değiştirilen şey.
bina:
kurma, dayandırma.
emsal:
eş, benzer.
evvel:
önce.
garip:
hayret verici.
hakaik-ı sabite:
değişmez haki-
katler, gerçekler.
hakikat:
gerçek, asıl, esas.
hakikat-i nuraniye:
nurlu, parlak
hakikat.
hayalî:
hayalle ilgili, gerçek olma-
yan.
hüküm:
emir, bir konu hakkında
verilen karar.
hurafe:
sonradan uydurulan söz,
batıl inanış.
hususî:
özel.
içtimaî:
topluluğa ait, toplumla il-
gili, toplumsal.
ihdas:
yeniden bir şey yapma, or-
taya koyma.
inkâr:
reddetme, inanmama, ka-
bul ve tasdik etmeme.
inkılâp:
bir halden başka bir hale
geçme, değişme, dönüşme.
ispat:
delil ve şahit göstererek
doğruyu ortaya koyma, doğruyu
delillerle gösterme.
mevzu:
uydurma, düzme, sahih
olmayan.
millî:
kavmî.
mü’min:
iman eden, inanan.
muhatap:
kendisine hitap olunan,
söz söylenilen kimse.
nevi:
çeşit, tür.
nükte:
ince manalı, ancak dikkat-
le anlaşılabilen mana veya söz.
rabıta:
münasebet, alâka, bağ.
ref:
kaldırma, giderme.
şe’n:
durum, özellik, yapı.
şek:
şüphe, zan, tereddüt.
şems-i Kur’ân:
Kur’ân güneşi.
şiddet-i hırs:
arzu ve isteklerin
şiddeti, aşırılığı.
taassubat-ı kavmiye:
kavim-
le ilgili taassup; kendi kavmi-
ni, ırkını üstün tutma.
tahrip:
harap etme, yıkma,
bozma.
tasvir:
bir şeyi yazıyla veya
başka ifade tarzlarıyla anlat-
ma.
tayin:
belirleme, yerini belli
etme.
tebdil:
değiştirme, dönüştür-
me.
tecdit:
yenileme, tazeleme.
tecelli:
belirme, bilinme, gö-
rünme.
temyiz:
inceleyip seçme, ayır-
detme.
tenevvür:
nurlanma, parlama,
aydınlanma.
teşekkül:
şekillenme, şekil al-
ma, meydana gelme.
tulû:
doğma, doğuş.
vasıta:
alet, araç.
vasıta-i işaret:
işaret sebebi,
aracı.
zaman-ı cahiliyet:
cahiliyet
zamanı, cahiliye dönemi, İs-
lâmdan önceki cahiliyet devri.
zannî:
zanna ait, zanna bağlı,
zanla ilgili.
ziya:
ışık, aydınlık, nur, parlak-
lık.
1.
Muhakkak ki. (Bakara Suresi: 6.)
2.
Onlar ki. (Bakara Suresi: 6.)
B
akara
S
ureSi
| 110 | İşaratü’l-İ’caz