Bir nazar-ı harfî ile, akide-i tevhidî ona öyle göstermiş,
vazife-i teslimî onu öyle sevk etmiş, mertebe-i tevekkül
o dersini veriyor.
İhlâs-ı ubudiyet ona öyle nur vermiş. nasraniyet veriyor
vesaite, esbaba bir tesir-i hakikî. Hem onlara bakıyor,
Bir mana-i ismî ile. zatında tesiri var zanneder de sapı-
yor. Velediyet mezhebi, akide-i tevellüt, öyle de göste-
riyor.
Vazife-i ruhbanî, meslek-i ruhbaniyet onu öyle sevk et-
miş; felsefe-i tabiî o dini mağlûp etmiş, işine karışıyor.
ona öyle ders vermiş. Hristiyanlık bir mana-i ismî ile ken-
di azizlerine nazar eder; bakıyor, lâmbamisal görüyor.
Bir fikre göre lâmba nuru güneşten almış, fakat temellük
etmiş. demek azizlerin her biri, onların nazarında men-
ba-ı feyiz oluyor,
Bizzat birer maden-i nur! Bu nazardan, bir şirkin tereşşu-
hu zahirdir. İslâm, velîlerini bir mana-i harfî ile nazar
edip görüyor;
Müstazî bilir, müstear âyinemisal tanır. nuru güneşten ge-
lir, tabiatında yoktur; Şems-i ezel ziyasını alır da, neş-
rediyor.
demek, enbiya evliyaya birer tecelli ma’kesi, birer feyzin
âyinesi, şehd-i şuhudun meksi nazarıyla bakıyor.
yan, eğreti.
nasraniyet:
Hristiyanlık.
nazar:
bakış, insanların fikir ve dü-
şünceleri.
nazar-ı harfî:
bir şeyin kendisini
değil de sanatkârını, ustasını, sahi-
bini bilip tanımaya yönelik bakış.
neşretmek:
yaymak.
nur:
ışık, aydınlık (kalb nuru).
sevk:
yöneltme, gönderme.
sevk etmek:
göndermek, yönelt-
mek.
şehd-i şuhut:
İlâhî hakikatleri bil-
menin ve idrak etmenin bal gibi
lezzeti, zevki.
Şems-i Ezel:
ezelî güneş; varlığının
başlangıcı olmayan ve her şeyi
nurlandıran Cenab-ı Hak.
şirk:
Allah’a yardımcı ve ortak koş-
ma; ortaklık.
tabiat:
kabiliyet, yapı, karakter.
tecelli:
isim ve sıfatların eşyada
görünmesi, yansıması.
temellük:
sahiplenme.
tereşşuh:
kaynaklanmak.
tesir:
etki; eser bırakma, etkileme.
tesir-i hakikî:
gerçek tesir.
vazife-i ruhbanî:
rahiplerin, pa-
pazların görevi.
vazife-i teslimî:
işi hakikî sahibine
Allah’a teslim etme.
velediyet mezhebi:
Hristiyanlık-
taki İsa’nın (
AS
) Allah’ın oğlu olduğu
batıl inancı.
velî:
Allah’ı bilen ve dostluğuna sı-
ğınan.
vesait:
vasıtalar, sebepler.
zahir:
görünür.
zannetmek:
sanmak.
zatında:
kendi üzerinde, şahsında,
özünde.
ziya:
aydınlık, ışık.
akide-i tevellüt:
doğma, Al-
lah’a oğul isnat etme inancı.
akide-i tevhidî:
tevhid inancı,
Allah’ın bir olduğuna inanma.
âyine:
ayna, bir şeyi olduğu gi-
bi yansıtma, gösterme.
âyinemisal:
ayna gibi.
aziz:
Hristiyanlıkta kudsî kabul
edilenler, rahipler.
bizzat:
kendisi.
enbiya:
nebîler, peygamber-
ler.
esbap:
sebepler.
evliya:
keramet sahibi olanlar,
erenler, velîler, ulular, Allah
dostları.
felsefe-i tabiî:
herşeyi tabiata
dayandıran felsefe.
feyiz:
manevî kazanım.
ihlâs-i ubudiyet:
kulluktaki
ihlâs, samimî kulluk.
islâm:
Müslümanlık, İslâm di-
ni.
ma’kes:
ayna, yansıma yeri.
maden-i nur:
nur kaynağı.
mağlûp:
yenilgiye uğramış.
mana-i harfî:
bir şeyin kendi-
sini değil de sanatkârını, usta-
sını, sahibini bilip tanıtan ma-
na.
mana-i ismî:
bir şeyin bizzat
kendisine bakan ve kendisini
tanıtan manası.
meks:
az bir bedel, küçük bir
ücret.
menba-ı feyiz:
feyiz kaynağı.
mertebe-i tevekkül:
Allah’a
güvenme, tevekkül etme
mertebesi.
meslek-i ruhbaniyet:
papaz
ve keşişlerin hayat tarzı; rahip-
lik mesleği.
müstazî:
ışık alan, ışıklanan,
ışıklı.
müstear:
kendine ait olma-
Eski said dönEmi EsErlEri
| 757 |
l
emaaT