“ey mel’un! Bîtarafâne düşünmek ise, muvakkat bir din-
sizlik olur, iltizamı kırar. İltizam imanın lâzımı.” döndü
yine şeytan,
dedi: “Farz et ki beşerin sözü imiş, o nazarla bir bak, be-
lâgati nasıldır; tahkik de böyledir.” Yine o insan,
dedi: “ey racim! Bîtarafâne düşünmek başka, aksini na-
kizini düşünmek, hem farz etmek büsbütün başka olur
her zaman!
“zira o tevakkuf bir reddir. o adem-i kabul, bu kabul-i
ademdir.” o dedi: “Muhal dahi farz olunur. Farazîde
müşahhat olamaz!” döndü yine o insan,
dedi: “Belâgat mukteza-i hâle mutabakatıdır kelâmın.
Hâlbuki mütekellim, muhatap ve esas-ı maksat, muta-
bakatta üç esastır bîgüman.
“tesirleri azîmdir, en âlî bir noktada olan şu üç esas, de-
diğin bir farz ile, minareden kuyuya indirip, edip teb-
dil-i mekân,
“en edna bir surette, esasat-ı ahere kalb ve tebdil etmek-
tir. Mezayası da söner, sadefi yaz baharken, olur ma-
nası kış, bir hazan.
“Müthiş acılık veren bir kaba, ifrağ etsen gayet şirin bir
suyu, tatlılığı kaybolur, zevke de acı gelir.” döndü yine
o şeytan,
adem-i kabul:
kabul etmeme.
aks:
ters, karşıt.
âlî:
yüksek, yüce.
azîm:
büyük.
belâgat:
hâle uygun kusursuz ifa-
de.
beşer:
insan, insanlık, âdemoğlu.
bîgüman:
şüphesiz.
bîtarafâne:
tarafsız olarak.
edna:
bayağı, aşağı.
esas:
temel prensip.
esasat-ı aher:
son şekil.
esas-i maksat:
amacın aslı, gaye-
nin özü, temeli.
farazî:
farz etme esasına dayanan,
zan ve tahmin edilen; gerçek ve
olmuş olmayıp öyle kabul edilen,
varsayım.
farz:
sayma, tutma, kabul etme.
farz etmek:
saymak, tutmak, ka-
bul etmek.
hâlbuki:
oysa ki.
hazan:
güz.
ifrağ:
boşaltma.
iltizam:
birinin tarafını tutma, ta-
raftarlık yapma, tarafgirlik.
kabul-i adem:
yokluğu, hiçliği ka-
bul etme.
kalb ve tebdil etmek:
dönüştür-
mek, değiştirmek.
kelâm:
kelime, cümle, söz.
lâzım:
gerek, gerekli.
mel’un:
lânete uğramış.
mezaya:
meziyetler, güzel ni-
telikler.
muhal:
aklın kabul etmesi im-
kânsız olan şey.
muhatap:
kendisiyle konuşu-
lan kişi.
mukteza-i hâl:
hâlin gerektir-
diği şekilde, hâlin gereği, duru-
ma göre, icabına göre.
mutabakat:
uygunluk; anlaş-
ma.
muvakkat:
geçici.
müşahhat:
kavga etme, niza,
çekişme.
mütekellim:
söyleyen, konu-
şan, nutuk söyleyen.
müthiş:
dehşete düşüren.
nakiz:
birbirini çürüten, hük-
münü yalanlayan (“Zıt”tan far-
kı birbirini nakzeden şeyler bir
arada bulunmazlar ama yok
da olmazlar. Fakat zıtlar bir
arada bulunamadıkları gibi bi-
rinin varlığı hâlinde diğeri yok
olur.)
nazar:
bakış, görüş açısı.
racim:
taşlanmış.
red:
kabul etmeme.
sadef:
içinde inci bulunan ka-
buk.
suret:
tarz, yol, şekil. biçim.
şeytan:
insanı Allah yolundan
ve hayırdan uzaklaştıran ruha-
nî ve cinnî varlık.
şirin:
güzel, hoş.
tahkik:
doğruluğunu ispat et-
me, doğrulama.
tebdil-i mekân:
yer değişikliği.
tesir:
etkileme.
tevakkuf:
durma, takılıp kal-
ma.
zira:
çünkü.
ç
ekirdekler
ç
içekleri
| 750 |
Eski said dönEmi EsErlEri