“Fakat bu noktadan veririm kâfirlere şüpheler, mü’min-
lere vesvese.” Bundan o mülzem oldu, başka şüpheye
döndü. Yine o şeytan,
dedi: “Beşerle ‘hembeşer’ gibi konuşmak nasıl ona yakı-
şır?” Hem nasıl da konuşur, azameti tenezzül etmez?”
döndü dedi de inan:
“
(1)
n
?n
?n
N r
ø n
e o
ºs
?n
µ n
à n
j n
’n
G
bir düstur-i kat’îdir,
(2)
n
º p
? n
Y r
øn
e o
ºs
?n
µ n
à n
j n
’n
G
o düsturun lâzımı, mütekellimdir bîgüman, ola mekânı
her zaman.
“evet, dünya içinde insan, insan içinde lisan, lisan içinde
beyan, beyan içinde kelâm, kelâm içinde hurufu halk
eden Hallâk-ı rahman,
“Hem lisanımızı, hem lisanımız içinde huruf ve kelimatı
halk eden dahi, hem tamamıyla bilen o zülkelâm-ı zül-
kemal, o rahîm-i Mennân.
“kendi tenezzülât-ı rahmetiyle, bizim lisanımızla, tarz-ı
beyanımızla neden konuşmasın bizimle? İşte tevrat,
zebur’la, suhuf ve İncil ve kur’ân.
“evet rububiyet istiyor, uluhiyet muktazî, hikmet tensip
ediyor, inayet müstelzimdir. Belâgat der: Ahsen! ona
eder istinat, sırr-ı nizam-ı cihan.”
tokmak gibi bir cevap o şeytanın başına öyle müthiş bir
indi ki, o şeytanı kaçırdı, zaptetti insanoğlu o meydan-
ı imtihan.
mülzem:
susturulan, susuturul-
muş, cevap veremeyecek duruma
sokulmuş.
müstelzim:
icab eden, gerektiren,
gereken, lüzumlu.
mütekellim:
söyleyen, konuşan.
müthiş:
dehşete düşüren.
rahîm-i mennan:
çok çok ihsan
eden, en çok nimet veren, esirge-
yen, koruyan, acıyan Allah.
rububiyet:
Cenab-ı Allah’ın her za-
man, her yerde, her mahlûka
muhtaç olduğu şeyleri vermesi,
terbiye, tedbir ve malikiyeti ve
besleyiciliği keyfiyeti.
sırr-ı nizam-ı cihan:
dünyada gö-
rülen düzenin sırrı.
suhuf:
sayfalar.
şeytan:
insanı Allah yolundan ve
hayırdan uzaklaştıran ruhanî ve
cinnî varlık.
tarz-ı beyan:
ifade şekli.
tenezzül:
kendine aykırı düşen bir
işi veya durumu kabul etme, alçal-
ma.
tenezzülât-i rahmet:
Cenab-ı
Hakkın kullarına acıması, şefkat ve
merhameti ile onların anlayış sevi-
yelerine göre hitabı ve derin haki-
katleri anlayabilecekleri ifadelerle
beyan etmesi.
tensip etmek:
Uygun görmek,
münasip kılmak, uygun bulmak.
ulûhiyet:
İlâhlık, Allahlık.
vesvese:
kuruntu, şüphe.
zaptetmek:
idaresi altına alma,
kendine mal etme.
Zülkelâm-ı Zülkemal:
gerçek ke-
mal ve kelâm, olgunluk ve söz sa-
hibi olan Allah.
ahsen:
daha iyi.
azamet:
mükemmel yücelik
ve büyüklük.
belâgat:
hâle uygun kusursuz
ifade.
beşer:
insan, insanlık, âde-
moğlu.
beyan:
ifade etme.
bîgüman:
şeksiz, şüphesiz.
düstur:
prensip, kural, kanun.
düstur-i kat’î:
kesin kural, ke-
sin prensip.
halk etmek:
yaratmak.
Hallâk-i rahman:
Rahman
olan yaratıcı, yarattıklarına
merhamet ve şefkatle bakan,
Allah.
hikmet:
kâinattaki ve yaratı-
lıştaki İlâhî gaye.
huruf:
harfler.
inayet:
yardım, iyilik.
istinat:
dayanma.
kâfir:
Allah’ı inkâr eden.
kelâm:
kelime, cümle, söz.
kelimat:
sözler.
kur’ân:
Allah’ın kelâmı.
lâzım:
gerek, gerekli.
lisan:
dil.
mekân:
bulunulan yer, mahal.
meydan-ı imtihan:
imtihan
yeri.
muktazi:
gerektirici.
mü’min:
inanan.
Eski said dönEmi EsErlEri
| 753 |
l
emaaT
1.
Elbette yaratan bilir. (Mülk Suresi: 14.)
2.
Bilen elbette konuşur.