Kırk Dokuz Sene Evvel
Devr-i İstibdat ve Said Nursî
(1)
tımarhanede tabiple vaki olan maceram olup İkinci,
üçüncü noktalarda kendini medresede tahayyül ederek
doktorla konuşmuş.
(HaşİYe)
ey tabip efendi!
sen dinle, ben söyleyece€im! Cinnetime bir delil daha
senin eline verece€im.
sual olunmadan cevap: Antika bir divanenin sözünü
dinlemeyi arzu edersiniz. Muayenemi muhakeme sure-
tinde istiyorum. senin vicdanın da hakem olsun. tabibe
ders-i tıp vermek fuzulîlik, ama teşhis-i illete yardım ede-
cek noktalar hastanın vazifesidir. Hem de istikbal sizi
tekzip etmemek için, dinlemenize lüzum görürsünüz.
şu dört noktayı nazar-ı mütalâaya alınız:
•
Birincisi
: Ben Şarkın da€larında büyümüşüm. kaba
olan ahvalimi Şarkın kapanıyla tartmalısınız. Hassas
olan medenî İstanbul mizanıyla tartmamalısınız. öyle ya-
parsanız, bir maden-i saadetimiz olan dersaadet’ten
önümüze sed çekmiş olursunuz. Hem de ekser Şarklı
hemşehrilerimi tımarhaneye sevk etmek lâzım gelir.
i
ki
m
ekTeB
-
i
m
usîBeTin
Ş
aHadeTnamesi
| 150 |
Eski said dönEmi EsErlEri
HaşİYe:
nasıl ki, kabirde bir talebe-i ulûm, Münker-nekir’in “Men rabbü-
ke?” sualine karşı, medresede imtihan ediliyor zannetmiş, kaide-i ilim ile
cevap vermiş; said de kendini medresede tahayyül ederek doktorla ko-
nuşmuş.
ahval:
durum vaziyet.
antika:
genele, aykırı, acayip.
arzu etmek:
istemek.
cinnet:
delilik; çılgınlık.
daha:
kaba kuşluk vakti.
delil:
iz, nişan, emare.
ders-i tıp:
tıp dersi.
dersaadet:
saadet kapısı; İstanbul.
devr-i istibdat:
zulüm ve zorbalık
dönemi; II Abdulhamit dönemine
verilen isim.
divane:
deli, aklı başında olma-
yan.
ekser:
daha ziyade.
evvel:
önce.
fuzulî:
yersiz, gereksiz, lüzumsuz.
hakem:
haklıyı haksızı ayırt eden.
hassas:
en ufak ölçüleri sa€lıklı ve
kesin olarak veren.
haşiye:
dipnot.
hemşehri:
aynı şehirli, aynı mem-
leketli.
imtihan:
deneme sınama, sınav.
istanbul:
Türkiye’nin en büyük
şehri; Osmanlı devletinin baş şehri,
dersaadet, darülhilâfe.
istikbal:
gelecek, gelecek zaman.
kabir:
mezar.
kaide-i ilim:
ilmi kural.
kapan:
a€ır yük tartan kantar.
lâzım:
gerekli, lüzumlu.
lüzum:
gerek.
macera:
baştan geçen heyecanlı
olay, serüven.
maden-i saadet:
mutluluk kayna-
€ı.
medenî:
uygar, modern.
medrese:
İslâm dünyasında dü-
zenli ö€retim kuruluşu, mektep.
men rabbüke:
Rabbin kim?
mizan:
terazi; ölçü aleti.
muayene:
doktorun hastayı tıbbî
bakımdan incelemesi.
muhakeme:
akıl yürütüp do€ru
bir netice elde edebilmek, bir ko-
nuyu akıl süzgecinden geçirmek,
tartmak, de€erlendirmek.
münker-nekir:
ölen kişiye mezar-
da soru soracak melekler.
nazar-ı mütalâa:
okuyan, tet-
kik eden, düşünen bakış.
nokta:
konu.
set:
duvar, engel.
sevk etmek:
göndermek, yol-
lamak.
sual:
soru.
suretinde:
biçiminde, şeklin-
de.
şark:
do€u.
şarklı:
do€ulu.
tabip:
hasta tedavi eden kim-
se, hekim, doktor.
tahayyül etmek:
zihinde can-
landırmak.
talebe-i ulûm:
medrese tale-
besi.
teşhis:
tanı.
tekzip etmek:
yalancı çıkar-
mak.
teşhis:
tanı.
teşhis-i illet:
hastalı€ın teşhisi.
tımarhane:
akıl hastahanesi.
vaki olan:
meydana gelen.
vazife:
ödev, görev.
vicdan:
iyiyi kötüden, hayrı
şerden ayırt etmeye yardımcı
olan ahlâkî duygu.
zannetmek:
sanmak.
1.
Ehemmiyetine binaen Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin de tashihinden geçen Osmanlıca
teksir nüshadaki bu parçayı da buraya alıyoruz.