milletperverlerin şikâyet ettikleri ahlâksızlığın ve fuhuş
tehlikesinden muhafaza için gençlere iyi ahlâk, yüksek
namus, iman ve fazilet dersi veren, vatana millete bir uz-
vu nâfi hâline gelmelerini temin eden, adalet ve asayiş le-
hinde en birinci kuvvet olarak memleket ve milletin sa-
adetine hizmet eden
GençlikRehberi
adlı eserinin müsa-
deresine ve müellif-i muhtereminin mahkûmiyetine sebep
olmak için diyorlar:
“Bediüzzaman tesettür taraftarıdır. kadınların yarı çıp-
lak, açık dolaşmalarına, İslâmiyete karşı muharebede şey-
tan kumandasına verilen fırkalar olarak tasvir etmekte,
kadınların bugünkü içtimaî hayatta açık bacak ve yarım
çıplak giyinmelerini günah saymakta, Bediüzzaman hâli-
hazır bu açık, yarım çıplak giyinişleri evlenmelere mâni
olup fuhşa teşvik edici mahiyetinde görmektedir. Ve yi-
ne Bediüzzaman’a göre, kadını güzelleştiren şey ve kadı-
nın hakikî ve daimî güzelliği içtimaî hayatta yer alan süs-
lenmek, vücutlarını teşhir etmek olmayıp, terbiye-i İslâ-
miye dairesinde adab-ı kur’âniye ziynetidir. Bediüzzaman
dinî tedrisat taraftarıdır. risale-i nur adı verdiği dinî ted-
risat sayesinde mahkûmların on beş haftada ıslah olacak-
larını –ki, denizli ve Afyon hapishaneleri, adliyenin, gar-
diyan ve müdürlerin şahadetiyle sabittir– söylemektedir.
Bediüzzaman, cazibedar bir fitneye esir olan gençlerin din
hakikatleriyle ve nurun imanî dersleriyle kurtulacaklarına
kanidir.”
İşte “Bu fikirleriyle suçludur, kanunen mahkûm
edilmesi lâzımdır” diyorlar. İşte bunlar güya ehl-i vukuf
adalet:
düzenli ve dengeli dav-
ranma.
asayiş:
emniyet, kanun ve nizam
hakimiyetin sağlanması.
Bediüzzaman:
zamanın, çağın eş-
siz güzelliği.
cazibedar:
çekici, cazibeli.
daimî:
sürekli, devamlı.
ehl-i vukuf:
mahkemenin tayin
ettiği “bilir kişi”ler.
esir:
tutsak.
fazilet:
değer, meziyet, iman ve
irfan itibariyle olan yüksek derece.
fırka:
topluluk, grup, cemaat.
fitne:
azgınlık, baştan çıkarma, az-
dırma.
fuhuş:
kötülük, namusa aykırı ha-
reket, zina, gayr-i meşru cinsî mü-
nasebet.
gardiyan:
nöbetçi, hapishane bek-
çisi.
güya:
sanki, sözde.
hakikat:
gerçek, asıl, esas.
hakikî:
gerçek.
ıslah:
iyi duruma getirme, iyileş-
tirme, düzeltme.
içtimaî:
topluluğa ait, toplumla il-
gili, toplumsal.
iman:
inanç, itikat.
imanî:
imana dair olan, imanla il-
gili.
| 706 | Emirdağ Lâhikası – ıı
kani:
kanmış, inanmış, tatmin
olmuş.
kanunen:
kanuna göre, ka-
nunca, kanuna uyarak, kanun
yolu ile.
leh:
onun tarafına, ondan
yana, birinin faydası için yapı-
lan hareket.
mahiyet:
bir şeyin aslı, esası,
tabiatı, niteliği.
mahkûm:
bir mahkemece hü-
küm giymiş, hükümlü.
mahkûmiyet:
hüküm giyme,
hükümlülük.
mâni:
engel.
milletperver:
milletini seven.
muhafaza:
koruma.
muharebe:
savaşma, savaş.
müellif-i muhterem:
muhte-
rem müellif, saygıdeğer yazar.
müsadere:
toplatma, elden
alma.
namus:
edep, hayâ, ahlâk,
doğruluk gibi faziletlerin so-
nucu olan ve yüksek değer ta-
şıyan haslet.
Nur:
Risale-i Nur.
saadet:
mutluluk.
sabit:
ispat edilmiş, ispatlan-
mış.
şahadet:
şahit olma, şahitlik,
tanıklık.
tasvir:
bir şeyi yazıyla veya
başka ifade tarzlarıyla an-
latma.
tedrisat:
öğretim.
temin:
elde etme.
terbiye-i islâmiye:
İslâmî ter-
biye.
tesettür:
örtünme, gösteril-
mesi dinen yasak olan kısım-
ların örtülmesi.
teşhir:
gösterme, sergileme.
uzv-i nafi:
faydalı uzuv, organ.
ziynet:
süs.