kahramanları kızlar olduğundan ve en sevimli mahlûk
bulunduğundan, daha ziyade tebrike şayansınız. Zanne-
derim, bu zamanda erkek çocukların tehlikesi daha çok.
Cenab-ı Hak onu sizlere medar-ı teselli ve ünsiyet ve evi-
nize küçük bir melâike hükmüne getirsin. “Rengigül” is-
mi yerine “Zeynep” olsa daha münasiptir.
Sani yen:
Hikmetü’l-İtiazenin, besmele-i şerifenin sır-
larına dair senin ve Şerif Efendi’nin ifadeleriniz kısadır.
Tenkit mi, takdir mi anlaşılmıyor. Zaten mükerreren de-
miştim. Herkes her risalenin her meselesini anlamasına
muhtaç değil. Ne kadar anlarsa kâfidir.
Salisen:
Âlem-i misal, âlem-i ervahla âlem-i şahadet
ortasında bir berzahdır. Her ikisine birer vecihle benzer.
Bir yüzü ona bakar, bir yüzü de diğerine bakar. Meselâ,
âyinedeki senin misalin sureten senin cismine benzer.
Maddeten senin ruhun gibi lâtiftir. O âlem-i misal; âlem-i
ervah, âlem-i şahadet kadar vücudu kat’îdir.
(HAŞİYE)
Aca-
ip ve garaibin meşheridir, ehl-i velâyetin tenezzühgâhıdır.
Küçük bir âlem olan insanda kuvve-i hayaliye olduğu
gibi, büyük bir insan olan âlemde dahi, bir âlem-i misal
var ki, o vazifeyi görüyor. Ve hakikatlidir; kuvve-i hafıza
Levh-i Muhfuz’dan haber verdiği gibi, kuvve-i hayaliye
dahi âlem-i misalden haber verir.
BARLA LÂHİKASI | 549 |
medar-ı teselli:
ferahlık sebebi,
teselli kaynağı.
melâike:
melekler.
meselâ:
örneğin.
mesele:
konu.
meşher:
teşhir yeri, sergi, göster-
me yeri.
misal:
benzer, örnek.
muhtâc:
ihtiyacı olan.
mükerreren:
mükerrer olarak,
tekrar olarak, tekrar be tekrar.
münasip:
yakışır, yaraşır, lâyık.
risale:
konu, bölüm.
Salisen:
üçüncü olarak.
Saniyen:
ikinci olarak.
sır:
gizli hakikat.
sureten:
suret olarak, görünüş iti-
bariyle.
şayan:
değer, layık, münasip.
takdir:
beğenme.
temesü’lât:
bir şekil veya surete
girme, cisimlenme, benzeşme.
tenezzühgâh:
gezinti yeri, gam,
keder ve sıkıntıyı giderecek yer.
tenkîd:
eleştirme.
ünsiyet:
alışkanlık, ülfet, dostluk.
vazife:
görev.
vecih:
cihet, yön.
ziyade:
çok, fazla.
acayip:
şaşırtıcı ve hayret ve-
rici şeyler.
âlem:
bütün yaratılmışlar.
âlem:
varlık sınıflarından her
biri.
âlem-i ervah:
ruhlar âlemi.
âlem-i misal:
görüntüler âle-
mi, dünyadaki işlerin görüntü-
lendiği ve gözlendiği, ruhların
bulunduğu âlem.
âlem-i şahadet:
gözle gördü-
ğümüz, şahit olduğumuz
âlem, kâinat.
âyine:
ayna.
berzah:
iki şey arasındaki yer.
dair:
ait, alakalı, ilgili.
ehl-i velâyet:
velî olanlar;
erenler, Allah’ın dostluğunu
kazananlar, velîlik sıfatını taşı-
yanlar.
garaip:
tuhaf, şaşılacak, hay-
ret edilecek şeyler.
haşiye:
dipnot.
Hikmetülistâze:
Allah’a sığın-
manın sebepleri ve faydaları.
hükmüne:
yerine, değerine.
ifade:
anlatma, anlatım, anla-
tış.
kâfî:
yeter, kâfi gelir.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tered-
düde mahal bırakmayan.
kuvve-i hafıza:
hafıza gücü,
hıfzetme, unutmama kuvveti.
kuvve-i hayaliye:
hayal duy-
gusu, hayal gücü.
lâtif:
yumuşak, tatlı, narin; cis-
manî olmayan, ruhanî.
Levh-i Mahfuz:
korunmuş
levha, Allah’ın ezelî ilmiyle
kâinatta olmuş ve olacak şey-
lerin yazılı olduğu levha.
maddeten:
madde ve cisim
olarak.
mahlûk:
yaratık, Allah tarafın-
dan yaratılmış olan.
HAŞİYE:
Bence âlem-i misalin vücudu meşhuttur. Âlem-i şahadet gibi
tahakkuku bedihîdir. Hatta rüya-i sadıka ve keşf-i sadık ve şeffaf şeyler-
deki temessülât bu âlemden o âleme karşı açılan üç penceredir; avama
ve herkese o âlemin bazı köşelerini gösterir.