suretiyle yazmaya başladım. Vaktaki
(1)
*G n
¿
Én
c Én
ªn
a
’daki
Lâfza-i Celâl’i yazdım. Düşündüm ki, istediğim gibi ol-
mayacak, öyle ise üç bir, iki bir tevafuk olsun dedim.
Ben tevafuk edecek Lâfza-i Celâle yaklaştıkça, Lâfza-i
Celâller tevafuktan uzaklaşıyorlardı. Bir türlü arzu etti-
ğim şekilde muvaffak olamadım. En nihayet hâl-i hazır
vaziyet vücuda geldi. Sahifeyi değiştirmek istedim. Bak-
tım bu sahife ihtiyârımı dinlememişti. Bunda bir maksat
ve bir gaye olacağını hatırlayarak, sahifeyi yırtmadım.
198’inci sahifeyi yazdıktan sonra dikkat ettim. 197’inci
sahifede tevafuk harici bir satırdaki iki Lâfza-i Celâl
198’inci sahifede aynı satır üzerindeki, iki Lâfza-i Celâl
ile üst üste geldiğini ve diğerinin 199’uncu sahifede pek
cüz’î bir inhiraf ile (belki yarım santim kadardır) diğer bir
Lâfza-i Celâl’in üstünde olduğunu gördüm.
(2)
»
u
Hn
Q p
?°r
†n
a r
øp
e Gn
ò'
g ! o
ór
ªn
ër
dn
G
diyerek, Cenab-ı Hakkın
benim gibi alil ve pek çok masiyet ve kusurlu bir kulunu
böyle kudsî bir hizmette istihdam ettirdiğinden dolayı, ni-
hayetsiz sürura müstağrak oldum.
Bu inayet ve muvaffakıyetler fazilet ve mübecceliyette,
her şeye tefevvuk eden susmaz ve susturulmaz bir ses,
feyyaz bir ziya ve nevvar bir azametle, yirmi sekiz bin
âleme imamlık eden, ders veren o Furkan-ı Ezelî’nin
hadsiz kerametlerinden bir kerameti ve nihayetsiz mu’ci-
zelerinden, kıvılcım-misal küçük bir lem’ası idi.
BARLA LÂHİKASI | 469 |
muvaffak:
başarmış, başarılı.
muvaffakıyet:
başarma, başarılı
olma.
mübecceliyet:
yücelik, ululuk,
azizlik.
müstağrak:
gark olmuş, dalmış,
batmış, içine girmiş.
nevvar:
çok nurlu, çok parlak;
nurlu, aydın, parlak.
nihayet:
en sonunda.
nihayetsiz:
sonsuz, sınırsız.
sahife:
sayfa.
suret:
tarz, yol, gidiş; usul, metot,
uslûp.
sürur:
sevinç, mutluluk.
tefevvuk:
üstün olma, üstünlük.
tevafuk:
uyma, uygunluk, birbiri-
ne denk gelme.
vaktaki:
ne vakit ki, ne zaman ki,
o zaman ki, olduğu vakit.
vaziyet:
durum.
ziya:
ışık, aydınlık, nur.
âlem:
varlık sınıflarından her
biri.
alil:
hasta, hastalıklı.
azamet:
büyüklük.
cüz’î:
küçük, az.
fazilet:
bilgi, hüner.
feyyaz:
gür, bereket verici.
furkan-ı Ezelî:
hak ile batıl, iyi
ve kötü; hayır ve şer arasında-
ki farkı gösteren ezele bağlı
Kur’ân.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hâl-i hâzır:
şimdiki durum.
haricî:
dışa ait, dışarı ile ilgili.
ihtiyâr:
irade, tercih.
inayet:
yardım, ihsan, lütuf.
inhiraf:
sapma.
istihdam:
bir hizmette kullan-
ma, çalıştırma.
keramet:
kerem, lütuf, ihsan,
bağış.
kudsî:
mukaddes, yüce.
lâfza-i Celâl:
Allah lâfzı, keli-
mesi.
lem’a:
parıltı.
maksat:
kastedilen şey; gaye.
masiyet:
günah, kötü şey.
misal:
benzer, örnek.
mu’cize:
benzerini yapmak-
tan insanların aciz kaldığı şey.
1.
Allah onlara zulmetmedi. (Tevbe Suresi: 70.)
2.
Rabbimin bu fazlından dolayı ezelden ebede kadar Allah’a hamd olsun. (Metnin “Elhamdü-
lillâh” kısmı birçok ayette geçmektedir. Sonraki kısım ise Neml Suresinin 40. ayetidir.)