görülmemiş bir tarzda gece saat dörtte başlayıp, beş ve
beş buçuğa kadar devam eden yıldızların düşmesi ehem-
miyetli bir hâdise-i semaviyedir. Semavatın hâdisatı
zeminimize baktığı cihetle herhâlde o hâdisatın dahi kü-
re-i arzda bir eseri olacaktır. Cenab-ı Hakkın rahmetine
sığınmalıyız ki, niran-ı muhrika yapmasın, envar-ı müşri-
kaya çevirsin.
Evet, nasıl ki Kur’ân-ı Hakîm’in surelerinde ayetler bir-
birine bakar, işaret ederler; öyle de, Cenab-ı Hakkın bir
Kur’ân-ı kebiri olan şu kâinatın ulvî, süflî sureleri dahi bir-
birine bakar, birbirinin nüktelerini izhar eder. Sema su-
resinde bizim gibi Lâfz-ı Celâli yalnız kırmızı yazmak de-
ğil, belki nur yaldızıyla Lâfza-i Celâl gibi yazılan yıldızlar
ve o yıldızlardan fışkıran nuranî noktalar elbette bir işaret
fişekleri hükmünde birer sırrı ilân ettiğini o mu’ciznüma
semavî suresinin şanındandır. Kendimizce bir fâl-i hayır
addetmeliyiz.
Sani yen:
Size semavatın kırmızı yıldızlarını andıran
Kur’ân’daki ism-i Celâl’in iki bin sekiz yüz altı (2806) de-
fa tekerrürü, Kur’ân semasını o nuranî yıldızlarla ziynet-
lendirmiş ve o adetlerin sahifeler, yapraklar, sureler iti-
barıyla birbirine manidar münasebat-ı tevafukiyetleri da-
ha ziyade letafetini, ziynetini güzelleştirmiş.
Bu defa size kendi nüsha-i Kur’âniyemi gönderiyorum.
Bu nüshamda size gönderilen listeye göre işaretler koy-
dum. İsm-i Celâl ve ism-i Rabbe ayrı ayrı işaret vaz edildi.
BARLA LÂHİKASI | 459 |
rîm nüshası.
rahmet:
şefkat etmek, merhamet
etmek, esirgemek.
sır:
gizli hakikat.
Saniyen:
ikinci olarak.
sema:
gökyüzü, gök.
semavat:
semalar, gökler.
semavî:
semaya ait, gökten gelen.
süflî:
aşağılık, alçak, bayağı, adî.
şan:
hâl, keyfiyet, durum, mahi-
yet.
tarz:
biçim, şekil.
tekerrür:
tekrarlanma.
ulvî:
yüksek, yüce; manevî, ruha-
nî.
vaz:
koyma, konulma, atma.
yaldız:
parlak boya.
zemin:
yeryüzü.
ziyade:
fazlasıyla.
ziynet:
süs, bezek.
Cenab-ı Hak:
Allah.
cihet:
yön.
emsal:
eş, benzer.
envar-ı müşrika:
parlak fışkı-
ran ışıklar.
fâl-i hayır:
iyi alâmet, iyi işa-
ret.
hâdisat:
hadiseler, olaylar.
hâdise-i semaviye:
gök hâdi-
sesi.
hükmünde:
değerinde, yerin-
de.
ilân:
yayma, duyurma, bildir-
me.
ism-i Celâl:
sonsuz büyüklük,
haşmet, ululuk ve yücelik an-
lamında Cenab-ı Hakk’ın bir is-
mi.
izhar:
gösterme, açığa vurma.
kâinat:
evren; yaratılmış olan
şeylerin tamamı, bütün âlem-
ler.
Kur’ân-ı kebir:
Büyük Kur’ân-
ı Kerîm.
küre-i arz:
yer küre, dünya.
lâfz-ı Celâl:
Allah kelimesi.
letafet:
güzellik.
manidar:
anlamlı, manalı, ma-
na taşıyan.
mu’ciznüma:
mu’cizeli, mu’ci-
ze gösteren.
münasebat-ı tevafukiye:
uy-
gun bağlanış.
niran-ı muhrika:
yakan ateş-
ler, yakıcı ateşler.
nuranî:
nurlu, ışıklı, parlak,
münevver.
nükte:
ince manalı, ancak dik-
katle anlaşılabilen mana veya
söz.
nüsha:
birbirinin aynı olan su-
retlerin her biri.
nüsha-i Kur’âniye:
bir araya
getirilerek ciltlenmiş ve kitap
hâline getirilmiş Kur’ân-ı Ke-