Amma sarahat-i Kur’âniyeyle, veraset-i nübüvvetin
evliya-i azîmesi ve ehl-i sahve olan asfiyanın gördükleri
mertebe-i uzma-i tevhidî ise, hem çok yüksektir, hem ru-
bubiyet ve hallâkıyet-i İlâhiyenin mertebe-i uzmasını,
hem bütün esma-i İlâhiyenin hakikî olduklarını ifade edi-
yor. Ve esasatını muhafaza edip ve ahkâm-ı rububiyetin
muvazenesini bozmuyor.
Çünkü derler ki, Cenab-ı Hak, ehadiyet-i zatiyesiyle ve
mekândan münezzehiyetiyle beraber, her şey bütün şu-
unatıyla doğrudan doğruya ilmiyle ihata ve teşhis edilmiş
ve iradesiyle tercih ve tahsis edilmiş ve kudretiyle ispat
ve icat edilmiştir. Bütün kâinatı bir tek mevcut gibi icat
ve tedbir ediyor.
Bir çiçeği kolaylıkla halk ettiği gibi, koca baharı dahi o
sühuletle halk eder. Bir şey bir şeye mâni olmaz, teveccü-
hünde tecezzi yok. Aynı anda her yerde kudret ve ilmiyle
tasarruf noktasında bulunuyor. Tasarrufunda tevzi ve in-
kısam yoktur. On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Sözün İkinci
Mevkıfının İkinci Maksadında bu sır tamamıyla izah ve is-
pat edilmiştir.
(1)
o
?«/
ãr
ªs
àdG»p
a n
âs
MÉ°n
ûo
e n
’
kaidesiyle, temsil-
deki kusura bakılmadığından, gayet kusurlu bir temsil söy-
leyeceğim; tâ iki meşrebin bir derece farkı anlaşılsın.
Meselâ: Harika ve emsalsiz gayet büyük ve gayet
ziynetli, şark ve garba bir anda uçacak ve şimalden ce-
nuba ulaşan kanatlarını kapayıp açacak, yüz binler nakış-
larla tezyin edilmiş ve kanadının her bir tüyünde gayet
dâhiyâne sanatlar derç edilmiş olan bir tavus kuşu farz
ahkâm-ı rububiyet:
rububiyet
hükümleri, Cenab-ı Hakkın mahlû-
katı terbiye, tedbir ve idare edici-
liği ile ilgili hükümleri.
amma:
ama, lakin, ancak.
asfiya:
safiyet ve takva sahibi
olan, Hz. Peygamberin (
ASM
) vârisi
hükmünde, onun meslek ve ga-
yelerini hayata geçirmeye çalışan
âlim zatlar.
Cenab-ı Hak:
Allah (c.c).
cenup:
güney, kıble.
dâhiyâne:
dâhîcesine, eşine ender
rastlanır üstün zeka sahibi olarak.
derç:
toplama, bir araya getirme.
ehadiyet-i zatiye:
Allah’ın zatına
ait birlik, her şeyde Allah’ın birliği-
nin tecellisi ve her şeyin dizgininin
Cenab-ı Hakkın kudret elinde olu-
şu.
emsalsiz:
benzersiz.
esasat:
esaslar, kökler, temeller.
esma-i İlâhiye:
Allah’ın isimleri.
evliya-i azîme:
büyük velîler.
farz:
kabul.
garp:
güneşin battığı taraf, batı.
gayet:
son derece.
hakikî:
gerçek.
halk:
yaratma, yaratış.
hallâkıyet-i İlâhiye:
Allah’ın ken-
di zatına yaraşan yaratıcılığı.
Hârika:
olağanüstü.
icat:
vücuda getirme, yoktan var
etme.
ihata:
kuşatma, içine alma.
inkısam:
bölünme, parçalanma.
irade:
dileme, isteme, bir şeyi ya-
pıp yapmama konusunda için
olan iktidar, güç.
ispat:
sağlam ve dayanıklı hale
getirme; doğruyu delillerle göster-
me.
kaide:
kural, esas, düstur.
kâinat:
evren; yaratılmış olan şey-
lerin tamamı, bütün âlemler.
kudret:
güç, kuvvet, iktidar.
maksat:
kastedilen şey; gaye.
mâni:
engel.
mekân:
yer, mahal.
mertebe-i uzma-i tevhid:
imanın
en büyük derecesi.
meselâ:
misal olarak, şunun gibi,
söz gelişi, faraza.
meşrep:
gidiş, hareket tarzı, tavır,
tutum, meslek.
mevkıf:
durak.
muhafaza:
koruma.
münezzehiyet:
hiç bir şeye muh-
taç olmama, eksiksiz, noksansız,
kusursuz olma.
nakış:
işleme, süsleme.
rububiyet:
Cenab-ı Hakk’ın her
zaman, her yerde, her mahluka
muhtaç olduğu şeyleri verme-
si, onu terbiye etmesi ve ida-
resi altında bulundurma vasfı.
sır:
gizli hakikat.
sarahat-i Kur’âniye:
Kur’ân’ın
açıklaması.
sühulet:
kolaylık.
şark:
güneşin doğduğu yön,
doğu.
şimal:
kuzey.
şuunat:
şuunlar, keyfiyetler,
haller; işler.
tahsis:
bir şeyi belli bir gaye
için kullanma.
tasarruf:
idare etme, kullan-
ma.
tecezzi:
parçalara ayrılma, bö-
lünme.
tedbir:
idare etme, çekip çe-
virme.
temsil:
benzetme, misal getir-
me.
teşhis:
tanıma, fark etme, ne
olduğunu anlama.
teveccüh:
yönelme, sevgi, il-
gi.
tevzi:
dağıtma, herkese payı-
nı verme.
tezyin:
süsleme, ziynetlendir-
me.
veraset-i nübüvvet:
Peygam-
ber vârisliği, Peygamberimizin
vârisi durumunda olan, büyük
âlim ve velîlerin yolu.
ziynet:
süs, bezek.
1.
Temsilde hata olmaz.
| 426 | BARLA LÂHİKASI