Fakat kardeşim, sen şimdi iki vazifeyi görmekle mü-
kellefsin: Biri kardeşim Hulûsî Bey’in vazifesi; biri de, ev-
lâd-ı maneviyem ve biraderzadem ve bir deha-i nuranî
sahibi olmak pek muhtemel olan Abdurrahman’ın vazi-
fesi de size ilâve edildi. O benim hakikî bir vârisim idi.
Yazdıklarımı ve malımı kendi malı telâkki ederdi, öyle de
sahib oluyordu. Sen de bundan sonra yazı ve sözleri, se-
nin hocanın yazısı diye tutma; kendi malın ve senin söz-
lerindir bil, öyle sahib ol. Hakkı Efendi’ye söyle ki, o da
kardeşim Abdülmecid yerinde kendini anlasın ve onun
vazifesiyle mükellef olduğunu bilsin.
Sa l i sen:
Otuz Üçüncü Sözden başka Söz yazılmak ih-
tiyacı kalmadı. Hem şer’an çok mübarek bu otuz üç adet-
ten bazı esbaba binaen vazgeçmeyeceğim. Hem de ha-
kaik-i esasiye-i Kur’âniye ve imaniyenin elzem ve lâzım
olan kısımları hemen ekseriyet-i mutlaka itibarıyla yazıl-
mıştır.
Ümit ediyorum ki, Cenab-ı Hak kabul etse tevfik ver-
se, yazılanlar dalâlet bulutlarını dağıtmaya kâfîdirler. Her
derdin devası içinde var demeyeceğim, fakat mühlik dert-
lerin ağleb devası yazılanlarda vardır. Siz onların mütalâ-
asını, kıymettar bir ibadet olan tefekkür nev’inde telâkki
ediniz. Ve onlardaki ilmi, envar-ı imandan ve marifetul-
lahdan tasavvur ediniz ki usanç vermesin. Hem sizde ve
müstemiînde iştiyak olduğu zaman okuyunuz. Bâkî selâm
ve dua.
Kardeşiniz
Said
ağleb:
daha kuvvetli, çok kuvvet-
li, en çok galip.
bâkî:
daimi, sonsuz.
binaen:
den dolayı, -den ötürü, -
için, -dayanarak, yapılarak, bu se-
bepten.
biraderzade:
kardeş çocuğu, ye-
ğen.
Cenab-ı Hak:
Allah; doğru, ger-
çek, Hakkın tâ kendisi olan, şeref
ve azamet sahibi yüce Allah.
dalâlet:
azgınlık, sapıklık.
deha-i nuranî:
nuranî bir deha.
deva:
ilaç, çare.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
ekseriyet-i mutlaka:
mutlak ço-
ğunluk.
elzem:
daha (en, pek) lâzım, lü-
zumlu, gerekli.
envar-ı iman:
iman nurları,
iman parıltıları.
esbap:
sebepler, vasıtalar.
evlâd-ı maneviye:
manen
çocuğu durumunda olan.
hakakiye-i
esasiye-i
Kur’âniye:
Kur’ân’ın bildirdiği
asıl gerçekler.
hakikî:
gerçek.
iştiyak:
aşırı isteme, çok fazla
arzu etme.
kıymettar:
kıymetli, değerli.
kâfî:
yeterli.
marifetullah:
Allah’ı tanıma,
anlama, bilme.
muhtemel:
olası.
mübarek:
feyizli, bereketli,
kutlu.
mühlik:
helâk eden, öldüren,
öldürücü.
mükellef:
sorumlu ve yü-
kümlü olan.
müstemi:
dinleyen, dinleyici,
işiten.
mütalâa:
dikkatli okuma, tet-
kik etme.
nevi:
tür, çeşit.
salisen:
üçüncü olarak.
selâm:
barış, rahatlık, sela-
met ve esenlik dileme.
şer’an:
şeriata göre, şeriat ba-
kımından, şeriatça.
tasavvur:
bir şeyi zihinde şe-
killendirme, düşünme.
tefekkür:
derin düşünme; eş-
yanın hakikatini, yaratıcının
sırlarını kavramak ve ibret al-
mak için zihnen ve kalben
düşünme.
telâkki:
anlama, kabul etme.
tevfik:
başarı, muvaffakiyet.
vâris:
mirasçı.
vazife:
görev.
| 402 | BARLA LÂHİKASI