biçilerek, her harfi bir vezn-i kasdî ile zuhur ettiğini gös-
teriyor. Şu zamanın akıldan uzak eblehlerine manen di-
yorlar ki, bizim hâlen üzerimizde tecelli eden cilve-i ce-
mali, aklınızla ölçemezsiniz. Yalnız gözleriniz varsa göre-
bilirsiniz.
Evet, baharda zeminin yüzünde sanat-ı Rabbaniye ile
her tarafta sündüs misal çiçeklerin açılmaları; cüz’î şuuru
olan kimse, bir kâdir-i mutlak olan Zat-ı Zülcelâl’den
başkasına veremez. Öyle de, risaleler umumiyetle
Kur’ân ömrünün asırlar, senelerinden on dördüncü asır
nevruz-i sultanî misillü bir baharı taşıyorlar. Arı kadar ak-
lı olan, bu baharda bu çiçeklerden istifade etmezse ne
denir? Ve koca baharı görmeyen ehl-i basirete ne denir?
Ve görüp de kendini kışda zemherire atana ne denir?.
Heyhat... Kendine zîşuur ve ehl-i zikir ve ehl-i basiret sü-
sü verenlere...
Var ol, ey sevgili Üstad! Sen bu Kur’ânî elmaslar ile, o
koca baharın mübeşşirisin. Cenab-ı Hak, maksut ve mu-
radınıza nail buyursun. Âmin duasıyla dest ü dâmen-i mu-
allâlarını öperim Efendim Hazretleri.
Fakir Talebeniz
Ali
ì®í
Œ
202
œ
Salifü’z-zikir eserler hakkında bir arizacık da bu fakir
ve âciz talebeniz takdim-i huzur-i fazılâneleri niyetinde
isem de, esasen emel ve gayelerimiz bir olduğu için,
âmin:
Yâ Rabbi! Öyle olsun, ka-
bul eyle!” anlamında duanın so-
nunda söylenir.
ariza:
isteklerini arz etme, dile
getirme, alttan üste takdim edi-
len yazı veya mektup.
asr:
yüzyıl.
basiret:
biliş, kavrayış, feraset.
Cenab-ı Hak:
Allah.
cilve-i cemal:
güzellik görüntüsü.
cüz’î:
az bir parça.
dest ü dâmen-i muallâ:
yüce el
ve etek.
dest:
el.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
ebleh:
pek akılsız, ahmak, aptal,
bön, alık, budala.
ehl-i basiret:
bakan inceleyen.
ehl-i zikir:
zikir yapanlar.
emel:
şiddet arzu, ümit.
esasen:
aslında, temelinde, doğ-
rusu.
hâlen:
şimdiki hâlde, şu anda.
heyhat:
yazık, çok yazık, ne ya-
zık.
istifade:
faydalanma, yararlan-
ma.
kâdir-i mutlak:
kudreti mutlak
olan ve her şeye gücü yeten,
sonsuz kudret sahibi olan Allah.
Kur’ânî:
Kur’an’a ait, Kur’an’dan
gelen.
maksut:
istenilen şey, istek, arzu,
gaye.
manen:
mana bakımından,
manaca.
misillü:
gibi, benzeri.
mübeşşir:
müjdeleyen, müj-
deci, iyi haber vererek sevin-
diren.
nail:
kavuşma, ulaşma, erme.
nevruz-i sultanî:
Sultan Celâ-
leddin Melikşah’ın takvimine
göre Nevruz, bu takvime göre
yılbaşı.
niyet:
maksat, meram.
Risale:
Risâle-i Nur Külliyatını
meydana getiren kitaplardaki
her bir bağımsız bölüm.
Sâlifü’z-zikir:
zikri geçen,
bahsi geçen, bildirilen.
sanat-ı Rabbaniye:
terbiye
edici olan Allah’ın sanatı.
sündüs:
dokunuşunda altın
veya gümüş tellerin de bu-
lunduğu, kaftan ve giysi diki-
minde kullanılan, işlemeli, na-
kışlı olarak dokunmuş ipek
kumaş.
sündüsmisal:
sündüs gibi,
ipekli kumaş gibi.
şuur:
bilinç.
talebe:
öğrenci.
tecelli:
belirme, bilinme, gö-
rünme.
umumiyet:
genellik.
Üstad:
Bediüzzaman Said Nur-
sî Hazretlerinin, özel isim yeri-
ne geçen bir sıfatı; öğretici, öğ-
retmen.
vezn-i kastî:
ölçülü, tartılı,
dengeli.
zat-ı zülcelâl:
Celâl sahibi zat.
Allah (c.c).
zemherir:
kışın en soğuk za-
manı, şiddetli, soğuk kara kış.
zemin:
yer.
zîşuur:
şuurlu, şuur sahibi.
zuhur:
ortaya çıkma.
| 390 | BARLA LÂHİKASI