alâkadarâne işaret edip birbirini göstererek, biri birinin
hükümlerini tasdik ettikleri misillü Hazret-i Şeyh (kuddise
sirruhu) sırrına mazhar olduğu, esma ve cilvesine mazhar
olduğu levh-i mahfuz ve lûtfuna mazhar olduğu Cenab-ı
Hâlıkın bildirmesiyle, sekiz asır sonra kendisiyle tevafuk
eden bir hadim-i Kur’ân’ı görüp ve tasdik etmekle haber
vermesi, hak ve ayn-ı hakikattir.
Evet, Hazret-i Şeyh hadim olduğu o hizmet-i kudsiye-i
Kur’âniye hürmetine zamanın padişahlarını titretmiş.
nur-i Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) omuzunda te-
celli etmesiyle, o nur-i Muhammed’in (aleyhissalâtü ves-
selâm) ziyasıyla hareket eden bütün evliya Hazret-i Şey-
he boyun eymeleri, gerek müslim ve gayrimüslim ve her
bir meşrep ehli, Hazret-i Şeyhi tenkide cür’et etmemele-
ri gösteriyor ki, cadde-i Muhammediyede (sallâllâhü aley-
hi vesellem) bataklık ve nur-i Muhammedîde (aleyhissalâ-
tü vesselâm) zıll olmadığını aynelyakin derecesinde ispat
ediyordu.
Öyle de, on dördüncü asrın hadim-i Kur’ân’ı da dokuz
yaşından, almış (seksen altı) yaşına kadar bilâ istisna
doğrudan doğruya Kur’ân namına hizmet ve hareketi ve
zamanın padişahından en canavar reislerine baş eğme-
diği, Hatta terakkiyat-ı fenniye ve zihniyede birinciliği ih-
raz eden, Avrupa devletlerini iskât eden, zemzeme-i
Kur’âniyenin şifahanesinden nebean ederek, onların
semlerine karşı tiryakları şişe değil, mâ-i câri nehirlerle
i’lâ-i kelimetullah eden ve onların kal’alarını zirüzeber
eden, emsali görülmemiş on dördüncü asra mahsus
BARLA LÂHİKASI | 341 |
benzerlerinin dışında bırakma.
kal’a:
büyük hisar.
kudduse sirruhu:
sırrını mukad-
des kılsın.
levh-i mahfuz:
korunmuş levha,
Allah’ın ezelî ilmiyle kâinatta ol-
muş ve olacak şeylerin yazılı ol-
duğu levha.
lütuf:
güzellik, hoşluk, iyilik, ih-
san.
mâ-i cârî:
akarsu.
mazhar:
nail olma, şereflenme.
meşrep:
gidiş, hareket tarzı, tavır,
tutum, meslek.
misillü:
gibi, benzeri.
nam:
ad.
nebean:
yerden çıkma, kaynama,
fışkırma.
Nur-i Muhammed:
Hz. Muham-
med’in (
ASM
) nuru, ışığı.
reis:
başkan.
sır:
gizlenen gerçek, saklanan bil-
gi.
sem:
hastalık.
şifahane:
şifa yeri; hastahane.
tasdik:
doğrulama, onaylama.
tecelli:
belirme, bilinme, görün-
me.
tenkit:
eleştirme.
terakkiyat-ı fenniye:
fennî ilerle-
meler, fenle ilgili yükselmeler.
tevafuk:
uyma, uygunluk, birbiri-
ne denk gelme.
tiryak:
en iyi çare, baş ilâç.
zıll:
gölge.
zemzeme-i Kur’âniye:
Kur’ân’ın
hoş sedası.
zir ü zeber:
darmadağın, param-
parça, yerlebir.
ziya:
ışık, aydınlık, nur.
alâkadarâne:
ilgilenerek, alâ-
ka göstererek.
Aleyhissalâtü Vesselâm:
sa-
lat ve selam ona olsun.
asr:
yüzyıl.
ayn-ı hakikat:
hakikatın aslı,
gerçeğin tâ kendisi.
aynelyakîn:
gözle görür de-
recede inanma; bir şeyi göre-
rek ve seyrederek bilme.
bilâ:
sız, ...siz.”.
cadde-i Muhammediye:
Hz.
Muhammed’in yolu islâmiyet.
canavar:
zararlı. vahşi.
Cenab-ı Hâlık:
yaratıcı Allah.
cilve:
tecelli, görüntü.
cür’et:
cesaret etme, yürekli-
lik, yiğitlik.
ehil:
sahip, malik, yetki sahibi
olan.
emsal:
örnekler, benzerler.
esma:
adlar, isimler.
evliya:
veliler, Allah dostları.
gayrimüslim:
Müslüman ol-
mayan, İslâmiyeti kabul et-
meyen.
haber:
bilgi, bilgilendirme.
hâdim:
hademe, hizmetçi,
hizmet eden, işe yarayan.
hadim-i Kur’ân:
Kur’ân hiz-
metçisi.
haşiye:
dipnot.
hizmet:
görev, vazife.
hizmet-i kudsiye-i Kur’âni-
ye:
kudsi Kur’ân hizmeti.
hüküm:
emir, buyruk.
hürmet:
saygı.
i’lâ-i kelimetullâh:
İslâmlığı
yüceltme, İslâm hakikatlarını
yaymaya çalışma.
ihraz:
nâil olma, erişme.
iskât:
susturma; düşürme,
hükümsüz bırakma.
ispat:
kanıtlama, doğrulama.
istisna:
ayırma, ayrı tutma,