büyük şeyh Eski Said gibi bir mürit ile Yeni Said gibi bir
ders arkadaşıyla konuşuyor. Ve konuşmaya da zaman ve
mekân mâni olamıyor. İster arzın öbür tarafında olsun,
ister semavatın en uzak köşelerinde olsun, ister Hazret-i
Âdem Safiyyullah zamanında dünyaya veda etmiş olsun.
İşte bu muhavere neticesinde bu ihbarat-ı gaybiyeyi ve
acibeyi sekiz-on sene evvel öğrenmiş ve şimdi de talebe-
lerinize ders veriyorsunuz. Bu hizmette temayüz eden ar-
kadaşlarınıza irae ederek, her hususta sitayişe lâyık Hu-
lûsî’yi ve ona refik olacak bir kabiliyette bulunan müteva-
zi Sabri’yi ve hizmet ve gayretleriyle sadıkane çalışan Sü-
leyman ve Bekir Ağa gibi talebelerinize işaret eyliyorsu-
nuz. Ve bu küçük cemaatin istinadgâhı olan, azîm cema-
atlerin himmetlerini ve bu cemaatlerin içindeki nuranî si-
maları tanıttırdığınız gibi, Şah-ı Geylânî zamanındaki Hü-
lâgû vak’asıyla da zamanımızın riyakâr münafıklarına ve
bu münafıkların re’skârlarına hitap ederek “yakın bir is-
tikbalde kahhar bir el, size cezanızı tamamen vermekle,
masumların intikamını alacaktır,” diyorsunuz. Bu hakikat-
ler gösterilen dokuz-on delil ile ispat edildikten sonra, bu
risale-i şerife ile ilân ediliyordu.
Sevgili Üstadım!
Hulûsî Bey’in bir fıkrasında söyle-
diği gibi, ben de diyorum ki: Kur’ân’ın feyziyle açtığınız
bu cadde-i Nuraniyede acz ve fakr kanatlarıyla tayeran
ederken, ne büyük harika kerametlerle karşılaşıyorsu-
nuz. Ve ne azîm hâdisat-ı acibeye şahit oluyorsunuz.
Kim bilir, daha neler göreceksiniz ve mazhar olduğunuz
acibe:
şaşılacak, hayret edilecek,
tuhaf, anlaşılmaz şey.
acz:
zayıflık, güçsüzlük.
arz:
yer, dünya.
azîm:
büyük, yüce, ulu.
cadde-i Nurani:
Nurlu cadde, yol.
cemaat:
bir mezhebe veya bir
gruba bağlı olanların oluşturduğu
topluluk.
delil:
kanıt, tanık, burhan.
evvel:
önce.
fıkra:
parça, mektup, bölüm.
fakr:
fakirlik, yoksulluk; varlıktan
geçme, yalnız Allah’a muhtaç ol-
ma.
feyiz:
ilim, irfan; ihsan, bağış.
hâdisat-ı acibe:
görülmemiş,
hayret verici olay.
hakikat:
gerçek, doğru.
hârika:
olağanüstü.
himmet:
çalışma, çabalama, gay-
ret gösterme.
hitap:
söylem.
hizmet:
görev, vazife.
husus:
mevzu, konu.
ihbarat-ı gaybiye:
geçmiş veya
gelecek zamana ait verilen ha-
berler.
ilân:
yayma, duyurma, bildirme.
intikam:
öç alma.
irae:
gösterme.
ispat:
kanıtlama, doğrulama.
istikbal:
gelecek.
istinatgâh:
dayanak noktası, gü-
venilecek yer.
kabiliyet:
istidat, yetenek.
kahhar:
kahreden, yok eden, ba-
tıran, mahveden.
keramet:
ermişçesine yapılan iş,
hareket veya söylenen söz, fikir.
lâyık:
yakışan, yaraşır, ya-
kışır.
mâni:
engel, mania, set.
masum:
suçsuz, günahsız,
saf, temiz.
mazhar:
nail olma, şereflen-
me.
mekân:
yer, mahal.
muhavere:
konuşma, sohbet
etme.
münafık:
nifak sokan, iki yüz-
lülük eden, ara bozucu.
mürit:
tarikatta bir şeyh ve
mürşide bağlanarak tarikat
usul ve âdetleri ile tasavvufî
hakikatleri öğrenen kimse.
nuranî:
nurlu, ışıklı, parlak,
münevver.
refik:
arkadaş, yoldaş.
risale-i şerife:
şerefli, müba-
rek risale, kitap.
riyakâr:
riya eden, iki yüzlü,
sahtekâr.
sadıkane:
sadık olarak, doğ-
ruluk üzerine.
safiyullah:
Allah’ın seçtiği, te-
miz kıldığı kul.
semavat:
semalar, gökler.
sima:
yüz, çehre.
sitayiş:
övme, övüş, methet-
me, sena.
Şah-ı Geylânî:
Şeyh Abdülka-
dir Geylânî.
şeyh:
Abdülkadir-i Geylânî
Hazretleri.
talebe:
öğrenci.
tayeran:
uçma, uçuş.
temâyüz:
kendini gösterme,
seçkin hale gelme.
Üstad:
Bediüzzaman Said Nur-
sî Hazretlerinin, özel isim yeri-
ne geçen bir sıfatı; öğretici, öğ-
retmen.
vakıa:
olay.
veda:
ayrılık, ayrılma, ayrılış.
| 336 | BARLA LÂHİKASI