Hulûsî ise, Şah-ı Geylânî, İmam-ı Rabbanî ve Şah-ı
Nakşibend gibi, nice zevat-ı mübarekenin maziden şiddet-
le bastıkları adımlarının kuvvetiyle, istikbalde coşup fışkı-
racak olan menabi’ü’l-envarı, mümaileyh ayrı bir meslek,
bir meşrepte olduğu hâlde, her türlü vezaife tercih ede-
rek, “Dâhilek yâ Dellâl-ı Kur’ân!” nida-i âşıkane ve müş-
takanesiyle dehalet etmesi, fevkalâde bir tefeyyüze maz-
har olduğuna ve olacağına yegâne delil ve hüccettir.
Onun içindir ki, risaletü’n-Nur ve mektubatü’n-Nura bi-
rinci muhataplığı hakkıyla ihraz etmiştir. Ve müstahaktır.
Ve hakeza, Süleyman Efendi kardeşimiz de, manen ve
maddeten teşrik-i mesai etmiş ve hiç bir ferdin yapama-
yacağı fedakârâne hidematı yapmış olmasıyla, saadet-i
ebediye sikke-i hâliselerinin teksir ve tamimine çalışmış
(1)
o
?p
YÉn
Ør
dÉn
c o
Ön
Ñ°s
ùdn
G
mefhumunca, keza bu zat da, her türlü
takdire seza ve lâyıktır.
Bu günahkâr ise, maalesef salifü’l-arz zevatın hiç biri-
siyle kabil-i kıyas değildir. Madem Üstad-ı Âlî böyle gör-
müşler ve bu şekilde buyurmuşlar. Küfran-ı nimet etme-
yip, tahdis-i nimet suretinde kabul eder. Ve gördüğüm sa-
hife-i siyahımın, sahife-i beyaza tahvilini, Cenab-ı Hak’tan
tazarru ve niyaz eder ve rahmet-i Rahman’a iltica eyler-
ken, teveccühat-ı Üstadânelerinin bekasını yürekten dile-
rim; Efendim.
Sabri
ì®í
beka:
bakîlik, ebedîlik, sonsuzluk.
Cenab-ı Hak:
Allah; doğru, ger-
çek, Hakkın tâ kendisi olan, şeref
ve azamet sahibi yüce Allah.
dahîleke:
yalvarırım, sana sığını-
rım, sana güvenirim, rica ederim.
dehalet:
girme, birinin himaye ve
merhametine sığınma.
dellâl-ı Kur’ân:
Kur’ân’ı ilân eden,
tanıtan, hizmet eden.
fedakârane:
fedakârca, fedakâr-
lıkla.
fevkalâde:
olağanüstü.
günahkâr:
günahlı, günah işle-
yen, günah işlemiş.
hâkezâ:
böylece, bunun gibi.
hidemat:
hizmetler.
hüccet:
delil.
ihraz:
bir şey kazanma, kesp et-
me, elde etme.
iltica:
sığınma, güvenme, dayan-
ma.
istikbal:
gelecek zaman.
kabil-i kıyas:
kıyaslanabilir, kı-
yaslanabilen, düşünülebilen, öl-
çülebilen.
keza:
böylece, aynı şekilde.
küfran-ı nimet:
nimete karşı
nankörlük etme, Cenab-ı Hakkın
ihsan ettiği nimetleri bilmemek,
hürmetsizlikte bulunmak, nimet-
lere şükürsüzlük.
maddeten:
maddî olarak.
madem:
değil mi ki.
manen:
mana bakımından, ma-
naca.
mazhar:
nail olma, şereflenme.
mazi:
geçmiş zaman.
mefhum:
bir sözün ifade ettiği
mana, sözden çıkarılan mana;
konsept, kavram.
menabi’ü’l-envar:
nurlu kaynak,
ilim kaynağı.
meslek:
gidiş, usul, yol.
meşrep:
gidiş, hareket tarzı, tavır,
tutum, meslek.
mûmaileyh:
kendisine işaret edi-
len, ismi evvelce geçen, imâ edi-
len.
müstahak:
lâyık olunan, hak edi-
len şey.
müştakane:
iştiyak ve arzu ile,
çok isteyerek.
nida-i âşıkane:
sevgi ile yalvar-
mak.
niyaz:
yalvarma, yakarma.
Rahmet-i Rahman:
rahman olan
Allah’ın rahmeti, yaratılmışlara
sonsuz şefkat ve merhametle
muamele eden Allah’ın rahmeti.
saadet-i ebediye:
sonu olmayan,
sonsuz mutluluk.
sahife-i beyaz:
beyaz sayfa.
sahife-i siyah:
siyah sayfa.
salifü’l-arz:
dünyanın geçmişi.
seza:
lâyık.
sikke-i hâlise:
saf, samimi
işaret.
suret:
biçim, şekil, tarz.
Şah-ı Geylânî:
Şeyh Abdülka-
dir Geylânî.
tahdîs-i nimet:
Cenab-ı Hak-
ka karşı şükrünü eda etme ve
teşekkür etme maksadıyla
kavuştuğu nimeti başkalarına
anlatma.
tahvil:
değiştirme, döndür-
me, çevirme.
takdir:
kıymet verme, beğen-
me.
tamim:
umumileştirme, yay-
ma, herkese duyurma.
tazarru:
yalvarma, Allah’a
huşû içinde yalvarma.
tefeyyüz:
ilerleme, gelişme,
yükselme.
teksîr:
çoğaltma, artırma.
teşrik-i mesai:
mesaileri bir-
leştirme, birlikte çalışma, iş-
birliği yapma, bir işi beraber
yapma.
teveccühat-ı üstadane:
üsta-
dımın teveccühleri, alâkaları.
üstad-ı âlî:
büyük, yüce
üstad.
vezaif:
görevler.
yegâne:
biricik, tek, yalnız.
zat:
kişi, şahıs.
zevat-ı mübarek:
mübarek
zatlar, şahıslar, kimseler.
1.
Sebep olan yapan gibidir.
| 334 | BARLA LÂHİKASI