ederek, mübarek mektubun numarasını teyit etmek gibi,
gaybî bir işaret ibraz edilmiş oluyor. Bu nurlu mektuptan
aldığım hisseyi, kendisinden evvel gelmiş olan manevî fey-
zinden, âlî affınıza güvenerek bahsetmek suretiyle arz
edeceğim.
Şöyle ki:
Mektubun bura postahanesinde kaldığı gece,
âlem-i menamda şöyle garip bir hâlet gördüm. Allah hay-
retsin. Kamer batn-ı arzdan sür’atle çıkarak, şakulen se-
mavata yükselmeye başladı. Çıkışı ile sür’atle yükselişin-
de hiçbir ziya eseri görülmüyordu. Sükûnetle hareketi ta-
kib etmekle beraber, sanki gaybî bir ses bana (alâmet-i
kübra başladı) diyor gibi geldi. Kamer bu hızla çıkışı es-
nasında, bir hadde geldi ki parladı, büyüdü. Bedr-i tam hâ-
linin birkaç misli cesamet arz etti. Bu vaziyette içinde bir
insan şekli göründü. Kısa bir zaman sonra bu şekil ve ka-
mer kayboldu. Cihan serâser zulmet içinde kaldı. Mağrip
cihetinde, ufuktan bir mızrak boyu yüksekliğinde, şems
sönük bir ziya ile göründü. Ufku takiben bir müddet şi-
male doğru gayet sür’atle gitti ve kayboldu. Tekrar zul-
met başladı. Soğukkanlılığımı muhafaza etmekle beraber,
kıyamet kopuyor diye uyandım.
İşte bu dehşetli gecenin gündüzünde Otuz Birinci
Mektubun Bir ve İkinci Lem’alarını havi kıymetli eseri
aldım, okudum. Kendi kendime geceki hâleti düşündüm.
Dedim: “Bu mübarek mektup, bana şu dersi veriyor.”
Sen bir sefineye rakîbsin ki, o azametli sefinen baş dön-
dürücü sür’atle, feza-i namütenahide koşturuluyor. Bu se-
fineyi böyle pırıl pırıl çeviren Kàdir-i Kayyum, sana
BARLA LÂHİKASI | 329 |
kıyamet:
bütün kâinatın Allah ta-
rafından tayin edilen bir vakitte
yıkılıp mahvolması.
Kàdir-i Kayyum:
kaim olan kud-
ret sahibi. Allah.
kamer:
Ay.
mızrak:
uzun saplı, ucu sivri de-
mirli harb aleti, kargı.
mağrip:
garp, batı.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
misl:
kat; eş.
muhafaza:
koruma.
mübarek:
feyizli, bereketli, kutlu.
müddet:
süre, zaman.
rakîb:
bindirilmiş, oturtulmuş.
sefine:
gemi, dünya.
semavat:
semalar, gökler.
serâser:
hertaraf.
suret:
biçim, şekil, tarz.
sükûnet:
sakinlik, sessizlik.
sür’at:
çabucak, hızla.
şakul:
dikey olarak.
şems:
güneş.
şimal:
kuzey.
takiben:
takip ederek, takip sure-
tiyle.
teyit:
kuvvetlendirme, sağlam-
laştırma; doğru çıkarma.
ufk:
gökle yerin veya denizin bir-
leşmiş gibi göründüğü yerler, göz
erimi, çevren, ufuk.
ufuk:
gökle yerin veya denizin
birleşmiş gibi göründüğü yerler,
göz erimi, çevren, ufuk.
vaziyet:
durum.
ziya:
ışık, aydınlık, nur.
zulmet:
karanlık.
alâmet-i kübra:
en büyük
işaret, en büyük belirti.
âlem-i menam:
uyku âlemi,
rüya âlemi.
âlî:
yüce, yüksek, ulu.
arz:
bir büyüğe sunma, gös-
terme, bildirme, önüne koy-
ma.
azamet:
büyük, ulu, yüce.
batn-ı arz:
yeraltı.
bedr-i tam:
dolunay.
cesamet:
büyüklük, irilik.
cihan:
dünya.
cihet:
yön.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
evvel:
önce.
feyz:
ilim, irfan.
feza-i namütenahi:
sonsuz
uzay boşluğu.
garip:
tuhaf, hayret verici.
gaybî:
görünmeyen.
gayet:
son derece.
hadde:
sınıra, dereceye.
hâl:
durum, vaziyet.
hâlet:
hal, durum.
hâvî:
içine alan, kapsayan,
kuşatan.
hayr:
iyi sonuçlandırma, fay-
dalı kılma.
hisse:
ibret, nasihat; pay, na-
sip.
ibraz:
meydana çıkarma, or-
taya koyma, gösterme.