Öyle ise, sekiz sene bu cereyan-ı imanî merkezi olan
bu köyde, bize karşı muhalefetkârâne ve mütecavizâne
vaziyet alan, ne nam verilirse verilsin, muhalefeti zındıka
hesabına ve imansızlık namına kaydedilecek.
İşte, sizin ilminize ve makam-ı içtimainize ve mensab-ı
fetvanıza ve bu havalideki nüfuzunuza ve evlât hakkındaki
müfrit şefkatinizden gelen teşvikkârâne muavenetinize
istinat ederek, burada hem beni, hem seni pek ciddî
alâkadar edecek bir vaziyet vücuda geliyor.
Ben kendim burada muvakkatım; ıslahına da mükellef
değilim; belki bir derece mes’uliyetten kurtulabilirim. Fa-
kat, zatınız hem sebep, hem nokta-i istinat olduğunuz-
dan, o vaziyetten gelen müthiş meyveler defter-i a’mali-
nize geçmemek için, her şeyden evvel bu vaziyeti ıslah
etmelisiniz. Veyahut oğlunu buradan çek! O daimî senin
manevî zararına günah işleyecek tezgâhı tebdil etmeye
çalış.
Zatınıza bu tezgâhın mahsülâtından numune olarak, si-
zin hesabınıza, bana muhalefet suretinde gelen, yalnız iki
küçük numuneyi göstereceğim:
Bi r inc i s i :
Beni haddimden çok fazla hüsnü zanda bu-
lunan ve harekâtımı herkesten ziyade hak telâkki eden
bir ehl-i ilim, sana itimaden oğlunuza meslekçe dostluk
etmiş. O adam bir gün yanıma geldi. Hususî odamda
namazımı kılmak vakti geldi. Benimle beraber cemaatle
ıslah:
iyi duruma getirme, iyileş-
tirme, düzeltme.
alâkadar:
ilgili, ilişki.
cereyan-ı imanî:
imanî hareket,
imana ait hareket.
ciddî:
gerçek olarak, hakikaten.
daimî:
sürekli, devamlı.
defter-i a’mal:
insanların işlediği
ve yaptığı şeylerin kaydedildiği
defter; amellerin defteri.
ehl-i ilim:
ilim sahipleri, ilim
adamları.
evlât:
çocuklar.
evvel:
önce.
harekât:
hareketler, devinimler.
havali:
bölge, etraf, çevre, civar.
hususî:
özel.
hüsnüzan:
iyi fikirde bulunup, iyi
olacağını düşünmek.
iman:
inanç, itikat.
istinat:
dayanak.
itimaden:
itimat ederek, dayana-
rak, güvenerek.
mahsulât:
meyveler, ürünler.
makam-ı içtimaî:
sosyal hayatta-
ki mevki, makam.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
mensab-ı fetva:
fetva maka-
mı.
mes’uliyet:
mes’ul olma hali,
sorumluluk.
meslek:
gidiş, tutulan yol, sis-
tem.
muavenet:
yardım, yardım-
laşma.
muhalefet:
zıtlık, aykırılık,
ayrılık.
muhalefetkârâne:
muhalefet
ederek, muhalefet edene ya-
kışır şekilde.
muvakkat:
geçici.
müfrit:
aşırı.
mükellef:
sorumlu ve yü-
kümlü olan.
mütecavizane:
tecavüz ede-
rek, sarkıntılıkla, tecavüz eder
şekilde.
müthiş:
dehşet veren, ürkü-
ten, dehşetli, korkunç.
nam:
ad, yerine.
nokta-i istinat:
dayanak
noktası, güvenme ve itimat
noktası.
nüfuz:
söz geçirme, hüküm
sahibi olma.
nümune:
örnek.
suret:
biçim, şekil, tarz.
şefkat:
karşılıksız sevgi besle-
me, içten ve karşılıksız mer-
hamet.
tebdil:
değiştirme, dönüştür-
me.
telâkki:
anlama, kabul etme.
teşvikkârâne:
teşvik ederek,
isteklendirerek, şevke getire-
rek.
tezgâh:
tertip, oyun, düzen.
vaziyet:
durum.
zındıka:
dinsizlik, inançsızlık.
zat:
kendi, nefsi, şahsı.
ziyade:
çok, fazla.
| 322 | BARLA LÂHİKASI