Bunun üzerine risaleleri devam üzere yazmakta iken,
Allah’ın tevfiki ve Üstad-ı Muhteremin himmeti erişti; çok
çok istifade etmeye başladım. Bilahare, bütün o rüyam-
da gördüğüm gençler, etrafıma toplandı. Her birisi bana
arkadaş ve Kur’ân’a talebe oldular. Ve bir de, bizim mem-
leketin insanları bir parça ehl-i tarikat ve ehl-i takvadır.
Memleketimizde zahir ve bâtın hocası olmadığından, şey-
tana ve nefse çok defa hedef oluyorduk ve evham içinde
boğuluyorduk. Risaleleri okudukça, şeytan-ı lâin ve nef-
sin hilelerini ve evhamlarını cehennemin dibine atıyordu.
Risaleleri okurken, çok arkadaşlar çok hayrette kalırlardı.
“Bu koca Bedî, bu lü’lümisal bu sözleri, bu kelimeleri
nereden buluyor?” diye birbirimize çok defa diyorduk.
Lisanına baksan, bir şey istifade edilmez gibi görünüyor.
Hâlbuki, söyledikleri hep hikmettir. Nazarımıza dehşet
veriyor, nur serpiyor
(HAŞİYE)
diye, tekrar tekrar iştiyakla
okuyorduk. Bunun üzerine, “Risaletü’n-Nur ve mektuba-
tü’n-Nur, okuyanlara bir iksir-i azamdır” diye hükmettik.
Muhterem Üstadım, maddî ve manevî yaraları bulunan
bu yüz arkadaşımın yaralarını, risaleler tedavi ediyor. Hat-
ta, bazen bizden uzak olanlar evhama boğulur, gelirler;
âciz talebeniz bir risale okursam evhamını kaldırır
BARLA LÂHİKASI | 235 |
nazar:
düşünme, fikir.
risale:
konu, bölüm.
risaletü’n-Nur:
Risale-i Nur külli-
yatının risaleleri.
şeytan-ı lâin:
lânetlenmiş, kovul-
muş, nefret kazanmış şeytan; Al-
lah’ın rahmetinden mahrum olan
şeytan.
talebe:
öğrenci.
tedâvî:
hastalığı iyileştirme.
tevfik:
başarı, muvaffakiyet.
Üstad:
Bediüzzaman Said Nursî
Hazretlerinin, özel isim yerine ge-
çen bir sıfatı; öğretici, öğretmen.
üstad-ı muhterem:
saygın hür-
mete layık, üstad.
zahir:
açık, görünür.
âciz:
zayıf, güçsüz, zavallı.
bâtın:
görünmeyen taraf, iç
kısım.
bilâhere:
sonra, sonradan,
sonraları.
dehşet:
olağanüstü heyecan
verici.
ehl-i takva:
Allah’tan korkan
ve günahlardan çekinen in-
sanlar.
ehl-i tarikat:
tarikat ehli, kal-
bini dünyanın fani işlerinden
ayırıp, Allah sevgisi ile bağla-
yan kimseler.
eriş:
gel.
evham:
vehimler, zanlar, ku-
runtular.
hikmet:
İlahî gaye, yüksek
bilgi, fayda.
hile:
aldatmaya yönelik dü-
zen, desise.
himmet:
yardım, ihsan, lütuf.
iksir-i âzam:
büyük tesirli
ilaç.
istifade:
faydalanma, yarar-
lanma.
iştiyak:
aşırı isteme, çok fazla
arzu etme.
lisan:
konuşma dili.
lü’lümisâl:
inci gibi.
maddî:
madde ile alakalı, cis-
manî.
manevî:
manaya ait, maddî
olmayan.
mektubatü’n-Nur:
Risale-i
Nur külliyatındaki mektuplar.
HAŞİYE:
Evet, Mustafa kardeşim, Said’in üç şahsiyetinden ikisini tamam
fark etmiş. Said’deki üstadını ders verdiği vakit âlî görüyor, bîçare dos-
tu olan Said’i hakikatte olduğu gibi adî görüyor. Ve gördüğü doğrudur.