(1)
o
ºn
?r
Yn
G *n
G
bunun tabiri de: Dünyada İstanbul büyük ve
güzel memleket olduğu gibi, öyle de risaleler ve mektu-
batü’n-Nur velâyet-i kübra yollarını gösterir. Demir gibi
kuvvetli, elmas mıhlar gibi hakikatin bürhanlarını, satışa
çıkaran ve her risale bir kudsî dükkân hükmüne gelen bir
meşher-i nuranîdir. O sergide imanî nurlar teşhir ediliyor.
Ve velâyet-i kübra yollarını gösterdiğini, iki kere iki dört
eder derecesinde kanaatim gelmiştir. İkinci gördüğüm rü-
yanın tabiri, Allahü a’lem, böyle olsa gerektir.
Kıbleye karşı kışla ise, manevî, Allah’a asker olan genç-
lerin Isparta vilâyetindeki geniş dershanelerine işarettir.
Ekmeği dağıtan zat ise, Üstad-ı Muhterem Said Nur-
sî’dir. Ve ekmek pişiren fırın ise, Üstadımın hususî med-
resesidir. Fırının ekmeğinin müşterileri ise, risaleleri
okuyup lezzetini anlayan, benim gibi ve arkadaşlarım
gibi
(2)
m
ój/
õn
e r
øp
e r
?n
g
diyenlerdir. Evet, Üstad-ı Muhterem
insanlara manevî ekmek dağıtıcıdır. Bu fırında çok işa-
retler vardır. Aklım bu kadar yetişiyor.
Gençlerin ayakta olması ise, gençlerin imanî risaleleri
okuyup imanlarını kuvvetleneceğine işarettir. O tatlı ve
yedikçe noksan olmayan üzüm ve ekmek ise, her şeyden
daha tatlı i’caz-ı Kur’ân esrarına ve imanın envarına
işarettir ki, onları Risale-i Nur dağıtıyor. Âciz talebeniz
ise, gençlerin başında ve sağ tarafta bulunduğum ise,
gençlere ihsan-ı İlâhî, ikram-ı İlâhî ve Üstad-ı Muhtere-
min himmetiyle o gençlere vesile olacağıma işarettir,
BARLA LÂHİKASI | 241 |
Kıble:
güney yönü, cenup.
kışla:
ask. askerlerin topluca ba-
rındığı büyük yapı; askerî birlikle-
re ait bina.
kudsî:
mukaddes, yüce.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
medrese:
ders okutulan yer.
meşher-i nuranî:
nuranî sergi,
nurlu, ziyadar, manzarası müba-
rek sergi.
mıh:
çivi, mıh, kazık, enser.
risale:
kitap, eser.
tabir:
yorum, yorumlama.
talebe:
öğrenci.
teşhir:
gösterme, sergileme.
Üstad:
Bediüzzaman Said Nursî
Hazretlerinin, özel isim yerine ge-
çen bir sıfatı; öğretici, öğretmen.
üstad-ı muhterem:
muhterem,
saygıdeğer üstad.
velâyet-i kübra:
en büyük velâ-
yet, büyük velîlik, Allah’a yakınlı-
ğın inkişafına bakan ve peygam-
ber vârisliğinden gelen, kısa ve
yüksek olan tarikat berzahına uğ-
ramadan zahirden hakikate ge-
çen velîlik mesleği.
vesile:
aracı, vasıta.
vilayet:
il, şehir.
zat:
kişi, şahıs, fert.
âciz:
zayıf, güçsüz, zavallı.
Allahü a’lem:
Allah bilir.
bürhan:
delil, ispat, hüccet.
elmas:
çok kıymetli bir mü-
cevher.
envar:
nurlar, aydınlıklar, ışık-
lar.
esrar:
sırlar, gizli hakikatler.
himmet:
yardım, ihsan, lütuf.
hükmüne:
yerine, değerine.
hususî:
özel.
i’caz-ı Kur’an:
Kur’an’ın muci-
zeliği, yüksek ve erişilmez ifa-
desi.
ihsan-ı İlâhî:
Cenab-ı hakkın
ikramı.
ikram-ı ilâhi:
Allah’ın (c.c) ik-
ramı ve ihsanı.
imanî:
imana dair olan, iman-
la ilgili.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
1.
En iyi Allah bilir.
2.
Daha yok mu? (Kaf Suresi: 30.)