Sizler –haddimin fevkinde– bir cihette talebemsiniz ve
bir cihette ders arkadaşlarımsınız ve bir cihette muin ve
müşavirlerimsiniz.
Aziz Kardeşlerim!
Üstadınız lâyuhti değil. Onu hatasız zannetmek hata-
dır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye za-
rar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi
kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyie-
nin bir sayılmak sırrıyla insaf odur ki: Bir seyyie, bir hata
görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz et-
memektir. Hakaika dair mesailde külliyatları ve bazen da
tafsilâtları sünuhat-ı ilhamiye nev’inden olduğundan he-
men umumiyetle şüphesizdir, kat’îdir. Onların hususun-
da sizlere bazı müracaat ve istişarem, tarz-ı telâkkisine da-
irdir. Onlar hakikat ve hak olduklarına dair değildir. Çün-
kü, hakikat olduklarına tereddüdüm kalmıyor. Fakat mü-
nasebat-ı tevafukiyeye dair işaretler, mutlak ve mücmel
ve külli surette, sünuhat-ı ilhamiyedir. Tafsilât ve teferru-
atta bazen perişan zihnim karışır, noksan kalır, hata eder.
Bu teferruatta hatam “asla” ve “mutlak”a zarar iras et-
mez. Zaten, kalemim olmadığından ve kâtip her vakit bu-
lunmadığından, tabiratım pek mücmel ve nota hükmün-
de kalır, fehmi işkâl eder. Biliniz:
Kardeşlerim ve Ders Arkadaşlarım!
Benim hatamı gördüğünüz vakit, serbestçe bana söy-
leseniz mesrur olacağım. Hatta başıma vursanız, “Allah
razı olsun” diyeceğim. Hakkın hatırını muhafaza için,
beyan:
açıklama, bildirme, izah.
cihet:
yön, sebep, vesile.
dair:
alakalı, ilgili.
faide:
fayda.
fehm:
anlayış, akıl.
fevk:
üst.
Hakaik:
hakikatler, doğrular, ger-
çekler.
hakikat:
gerçek, doğru.
hasenat:
sevap.
hasene:
sevap.
hazine:
para, altın gibi kıymetli
şeylerin saklandığı sağlam yer.
hükmünde:
değerinde, yerinde.
ir’âs:
titretme; çekerek sarsma.
işkâl:
müşküllük, güçlük, zorluk.
istişare:
meşveret etme, bir he-
yetin fikrine müracaat etme.
itiraz:
kabul etmediğini belirtip
karşı çıkma.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddü-
de mahal bırakmayan.
kâtip:
yazan, yazıcı.
kıymet:
değer.
küllî:
bütüne ait olan, umumî, ge-
nel.
külliyat:
bir şeyin bütünü, bir şe-
yin tamamı, hepsi.
lâyuhti:
hatasız, hata işle-
mez, yanılmaz, yanlış yap-
maz.
mesail:
meseleler.
mesrur:
sevinçli, memnun.
mücmel:
öz olarak anlatılmış,
kısa ve az sözle ifade edilmiş,
öz, özet.
muhafaza:
koruma.
muîn:
yardımcı, muavin.
müracaat:
başvurma, danış-
ma.
müşavir:
istişare edilen, fikri-
ne müracaat edilen, kendisi-
ne danışılan kimse.
mutlak:
herhangi bir kayda
bağlı olmayan, kayıtsız, şart-
sız.
nev:
çeşit, tür.
nota:
öz olarak kağıda yaz-
mak.
razı:
rıza gösteren, hoşnut
olan.
sâir:
diğer, başka, öteki.
seyyie:
fenalık, kötülük; suç,
günah.
sır:
gizli hakikat.
sünuhat-ı ilhamiye:
ilham
olan hatırlayışlar, ilhamla akla
gelenler, ilham olarak kalbe
doğanlar.
suret:
biçim, şekil, tarz.
tabirat:
tabirler, ifadeler, te-
rimler, deyimler.
tafsilât:
tafsiller, açıklamalar,
izahlar.
talebe:
öğrenci.
tarz-ı telâkki:
anlayış tarzı,
yolu.
teferruat:
ayrıntılar, dallar,
bölümler.
tereddüt:
kararsızlık, şüphe-
de kalma.
üstad:
öğretici, öğretmen.
| 230 | BARLA LÂHİKASI