“Seyda’nın bintü’l-fikri o güzel kıza, Hulûsî ile Abdül-
mecid’den maada her kim bakarsa caiz değildir. Mah-
rem olanlar da, bu hususta namahremdir. Bu gibi kızla-
rın dışarıya çıkmaları hiçbir menfaati temin etmediğini
ve bilakis büyük bir mazarratı intaç edeceği ihtimali kavli-
ni Seyda’ya yazsan iyi olur. Eski Said’in hiddeti, yenisin-
de de vardır. Hâlbuki, Yeni Said, insanoğullarıyla izâa-i
vakit etmemeli. Meslek ve meşrebi öyle iktiza ediyor.
Her ne ise... Cenab-ı Hak Hafız-ı Hakikîdir.”
Bendeniz de kısaca şu mealde cevap vermiştim:
Bu mütalâa bizler için doğrudur. Fakat dünyaya arka-
sını çeviren ve manevî vazife-i memuresini ifa ederken in-
sanlarla –Nurlarla alâkadar olanları vasıtasıyla– meşgul
olan Üstad Hazretleri için bu fikri muvafık bulmuyorum.
Çünkü, o zatı bu emr-i azîmde istihdam eden, elbette mu-
hafaza buyurur. Bana öyle kat’î kanaat gelmiş ki, eğer
bizler Nurlarla alâkamızı kesersek, Üstad Hazretleri bize
arkasını çevirir.
Aziz kardeşimizin endişesi, zahire bakılırsa haklı ve çok
samimîdir. Fakat, zaten cemaati çok mahdut olan Nur-
larla alâkadar zevatın bu hakaikten mahrum edilmelerini
ve bu kudsî eserin tamamen hapsedilmelerini lâyık
görmüyor ve esasa mugayir buluyorum. Nasırımız, hamî-
miz, muinimiz, hafızımız Allah’tır. Bütün desaisi bertaraf
ederek, muhterem Üstadın vazife-i kudsiyesine safî niyet,
samimî his ve ciddî şevk ile yardım etmekte olan kar-
deşlerime selâm ve muvaffakiyetlerine dua eder,
BARLA LÂHİKASI | 203 |
mahdut:
sınırlı, belirli.
mahrem:
nikâh düşmeyen, şeri-
atçe evlenilmesi yasak edilen.
mahrum:
bir şeye sahip olama-
yan, yoksun.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
mazarrat:
zararlar, ziyanlar, zarar
vermeler.
meal:
anlam, mana, mefhum,
mazmun, kavram.
menfaat:
fayda.
meşgul:
bir işle uğraşan, ilgile-
nen.
meslek:
tutulan yol, sülûk edilen
yer.
meşrep:
gidiş, hareket tarzı, tavır,
tutum, meslek.
mugayir:
zıt, karşıt, muhalif, aykı-
rı, farklı, başka türlü.
muhafaza:
koruma, saklama, hıf-
zetme.
muhterem:
saygı değer, hürmete
layık, saygın.
muîn:
yardımcı, muavin.
mütalâa:
iyice düşünerek verilen
karar.
muvaffakıyet:
başarma, başarılı
olma.
muvafık:
uygun, münasip.
namahrem:
nikâh düşen, evlen-
meleri şer’an mümkün olan.
nâsır:
yardımcı, yardım eden,
muin.
niyet:
maksat, meram.
sâfî:
samimî, hâlis, saf.
samimî:
içten, candan, gönülden.
şevk:
şiddetli arzu, aşırı istek ve
heves.
Seyda:
efendi, hoca, şeyh, seyyid.
Üstad:
Bediüzzaman Said Nursî
Hazretlerinin, özel isim yerine ge-
çen bir sıfatı; öğretici, öğretmen.
vazife-i kudsiye:
mukaddes vazi-
fe, kutsal vazife.
zahir:
görünüşe göre, anlaşılan,
meyer.
zat:
kişi, şahıs, fert.
zevat:
zatlar, şahıslar, kimseler.
alâka:
ilgi, ilişki. bağ.
alâkadar:
ilgili, ilişkili, müna-
sebetli, bağlı.
bertaraf:
ortadan çıkmış, yok
edilmiş.
bilâkis:
aksine, tersine.
bintülfikir:
düşünce mahsu-
lü.
caiz:
geçerli, kabul edilebilir,
uygun.
cemaat:
bir mezhebe veya
bir gruba bağlı olanların oluş-
turduğu topluluk.
Cenab-ı Hak:
Allah (c.c).
ciddî:
gerçek olarak, hakika-
ten.
desais:
desiseler, hileler.
endişe:
kaygı.
Hafız-ı Hakikî:
gerçek koru-
yucu saklayıcı Allah (c.c).
hakaik:
hakikatler, doğrular,
gerçekler.
hamî:
himaye eden, koruyan,
gözeten.
ifa:
bir işi yapma, yerine ge-
tirme.
ihtimal:
belki, olabilir.
iktiza:
gerektirme, lüzumlu
kılma.
intaç:
netice verme, sonuç-
landırma.
istihdam:
bir hizmette kul-
lanma, çalıştırma.
izâa-i vakit:
vaktini zayi et-
me, zamanını boş yere harca-
ma.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
kat’î:
kesin, şüpheye ve te-
reddüde mahal bırakmayan.
kavl:
söz, lâkırdı, lâf.
kudsî:
mukaddes, yüce.
lâyık:
uygun, yakışır, müna-
sip.
maada:
başka, gayri, -den
başka.