esaslı bir surette âyât ve kelimat ve hurufatın tespit edile-
ceği hakkındaki iş’ar-ı fazılâneleri, cidden şayan-ı tebşir-
dir. Bu ve bu gibi ahval, bizi Üstadımızın ulvî ve umumî
olan vazifesinde her vakit için Cenab-ı Hak’tan muvaffa-
kıyet talebinde bulunmaklığa sevk ediyor. Bilhassa karde-
şimiz Hacı Nuh Bey’e yazılan mektup sureti ve buna mü-
masil diğer mektubat, bizim hayatımızı değiştirmiş ve
müstakbeldeki hayatımıza nurlar serptiği gibi, bugünkü
insanlığın giriftar olduğu riyakârlık, tabasbus ve temellûk
ve emsali gibi pek çok ahlâk-ı rezileden kurtarmış ve her
birerlerinin yerlerine de ahlâk-ı hasene fidanları gars ede-
rek birer şecere-i âliye ve nafizenin vücuda gelmesine se-
bebiyet vermiştir. Hatta o kadar diyebilirim ki, bugünkü
beşeriyetin duygularından bambaşka bir hayata sevk et-
miş ve her an, “Hâlık’ımız bizden ne suretle razı olacak
ve bugün ne gibi bir sa’y ile sahife-i hayatımı kapata-
cağım. Acaba ümmeti bulunduğumuz o Sevgili Peygam-
ber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin, dalâlet
yolunu tutan veyahut dalâlete gidenlerin arkalarından gi-
den ümmetlerini, ne suretle tarik-ı hidayete getirmek için
sa’y etsek hoşnudiyet-i Peygamberîyi (
ASM
) celp edebili-
riz?” duyguları ve mefkûreleriyle yaşatmaktadır.
Kıymettar üstadlarına her hatvede ittibaı seven o tale-
belerinizin ruhlarında, üstadlarının en güzel fıkrası olan
“Kur’ân-ı Azîmüşşan’a feda olan bu baş başka yere eğil-
meyecek” sözü hayatımızda en güzel ve en büyük bir mif-
tah ve bir düstur olmuştur.
ahlâk-ı hasene:
güzel ahlâk, gü-
zel huy.
ahlâk-ı rezile:
rezil ahlâk, alçak
ve kötü ahlâk.
ahval:
haller, durumlar.
âliye:
yüksek, yüce.
ayat:
Kur’ân ayetleri.
beşeriyet:
beşerîlik, insanlık.
bilhassa:
özellikle.
celp:
çekme, çekiş, kendine çek-
mek.
Cenab-ı Hak:
Allah (c.c).
cidden:
ciddî olarak, gerçek ola-
rak.
dalâlet:
iman ve İslamiyetten ay-
rılmak, azmak.
düstur:
kaide, esas, prensip.
emsal:
eş, benzer.
fedâ:
uğruna verme, kurban ol-
ma.
fıkra:
bent, madde, paragraf.
gars:
dikilmiş fidan.
giriftar:
tutkun, düşkün, müptelâ.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şeyi
yoktan var eden.
hatve:
adım.
hoşnudiyet-i peygamberi:
pey-
gamberin rızası.
hurufat:
harfler.
iş’ar-ı fazilâne:
ilim ve irfanı bil-
dirme.
ittiba:
tabi olma, uyma, itaat et-
me.
kelimat:
kelimeler, sözler.
kıymettar:
kıymetli, değerli.
Kur’ân-ı Azimüşşan:
şanı yüce
Kur’ân.
mefkure:
ülkü, gaye olan
şey.
mektubat:
mektuplar, yazılı
şeyler, yazılar.
miftah:
açan alet, anahtar.
mümasil:
benzeyen, benzer,
andıran.
müstakbel:
gelecek, gelecek-
te olacak olan.
muvaffakıyet:
başarma, ba-
şarılı olma.
razı:
rıza gösteren, kabul
eden, hoşnut olan.
riyakâr:
riya eden, iki yüzlü,
sahtekâr.
sa’y:
iş, çalışma, çabalama.
sahife-i hayat:
hayat sayfası;
hayatın devreleri.
şayan-ı tebşir:
müjde verme-
ye, müjdelemeye layık, müj-
deye değer.
sebebiyet:
sebep olma.
şecere-i âliye:
büyük, yüce
ve temiz sülâle, soy.
sevk:
yöneltme, gönderme.
suret:
tarz, yol, gidiş; usul,
metot, uslûp.
tabasbus:
yaltaklanma, ken-
dini küçülterek beğendirme-
ye çalışma.
talep:
isteme, dileme.
tarik-i hidayet:
doğru yol.
temellük:
sahiplenme, kendi-
ne mâl etme.
ulvî:
yüksek, yüce; manevî,
ruhanî.
umumî:
herkesle ilgili, genel.
ümmet:
nesil, millet.
Üstad:
Bediüzzaman Said Nur-
sî Hazretlerinin, özel isim yeri-
ne geçen bir sıfatı; öğretici, öğ-
retmen.
vazife:
dinî mükellefiyet, yü-
kümlülük.
Zîşan:
şan sahibi, şanlı.
| 192 | BARLA LÂHİKASI