cesaret! Hem bütün mümkinatla alâkadar o muhit ve
ehass-ı havassın bile tam faik derecesinde massedebilmesi
bence baid diyebileceğim seraser nur olan eserlere, fakir
gibi, her hususta nısf değil hiçin hiçi olanların bu hususta
mütalâa değil, elime kalem alıp o mübarek fikr-i âlînin
içine müşevveş fikrimi karıştırmaktan korkuyorum ve
cesaret edemiyorum. Gaye-i maksat olan yalnız Üstadım
her hususta muvaffakıyete kısa nazarım ile bakıyorum.
Muvaffakıyetler neticesi, bizim için bir eyyam-ı mübareke
uzaktan uzağa görünüyor. İnşaallah, o yevm-i mev’udu
duanız himmetiyle göreceğiz ve biz görmezsek fütuhat-ı
azîme nail olan eserleriniz pek bâlâ bir mevkide kah-
ramanâne müşahede edecekleri şüphesizdir. Cenab-ı Hak
sizden ebedî razı olsun. Dua-i âciziyeden başka bir mü-
talâa dermeyan edemeyeceğimden o hususu, fikr-i âlî,
kalb-i safî kardeşlerime havale edip, el ve eteklerinize
yüzlerim sürerek, kırık dökük sözlerimden affınızı dilerim.
Üstadım, bu üçüncü nükte-i kenziyeyi mütalâa ettim.
Sure-i Alâk-ı Mübareğin hurufatının ima ettiği sırlar kar-
şısında hayretimden gayr-i ihtiyârî, “Allah, Allah” lâfz-ı
celâli ağzımdan çıkmakta öz ve gözlerim hazin hazin
yaşarıyordu ve şöyle düşünüyordum: Evet, nasıl ki, kâ-
inatın her zerresi Hâlık-ı Kâinat’a şahadet ve gülüm-
seyerek haber veriyorlar. Öyle de, kâinatın haritası olan
Kur’ân-ı Hakîm’in vücudunu teşkil eden harfleri de,
hadisat-ı kevniyenin mazi, hâl ve müstakbeline lisan-ı
hâlleriyle şahadet edecekleri bedihîdir, diyorum. Bu
düşüncemin izahını nihayetteki ihtarında buldum,
alâkadar:
ilgili, ilişkili, münasebet-
li, bağlı.
baid:
uzak, ırak.
bâlâ:
yüksek, yukarı, yüce, üst.
bedihî:
delilsiz, açık olan, besbelli,
aşikâr.
Cenab-ı Hak:
Allah; doğru, gerçek,
Hakkın tâ kendisi olan, şeref ve
azamet sahibi yüce Allah.
cesaret:
cesurluk, yiğitlik, yürekli-
lik.
dermeyan:
ortada olan şey, ara-
da, ortada bulunan, ortaya kon-
muş.
dua-yı âciziye:
âcizin duası, âcize
ait dua.
ebedî:
sonu olmayan, daimî, sü-
rekli.
ehass-ı havas:
seçkinlerin en seç-
kini, ileri gelenlerin en başındaki.
eyyam-ı mübareke:
mübarek
günler.
faik:
fevkinde bulunan, manevî
olarak üstünde olan.
fikr-i âli:
üstün fikirli.
fütuhat-ı azîme:
büyük fetihler,
zaferler.
gaye-i maksat:
asıl gaye, istekle-
rin amacı.
gayr-i ihtiyârî:
irade tercih harici.
hâdisat-ı kevniye:
oluş ve ortaya
çıkışla ilgili olaylar, varlıklarla ilgili
olaylar.
hâl:
şimdiki zaman.
Hâlık-ı Kâinat:
kâinatın ve onun
içinde olan her şeyin yaratıcısı, Al-
lah.
havale:
bir şeyi başkasının üstü-
ne bırakma.
himmet:
manevî yardım, ihsan,
lütuf.
hurufat:
harfler.
husus:
haslık, has olma hâli, husu-
sîyet; bakım, mevzu, konu.
ihtar:
hatırlatma, bir konuda ha-
tırlatma yapma.
ima:
işaretle anlatma, üstü kapalı
ifade etme.
İnşaallah:
‘Allah izin verirse’ ma-
nasında kullanılan bir dua.
izah:
açıklama, ayrıntıları ile anlat-
ma.
kahramanane:
kahramanca, yi-
ğitçe, cesurca.
kâinat:
evren; yaratılmış olan şey-
lerin tamamı, bütün âlemler.
kalb-i safî:
saf, temiz kalb.
Kur’ân-ı Hakim:
her yönü ile hik-
metli Kur’ân.
lisan-ı hâl:
hâl dili, bir şeyin duru-
şu ve görünüşü ile bir mana ifade
etmesi.
mass:
emici, massedici.
mazi:
geçmiş zaman, yaşanılan-
dan önceki zaman.
mevki:
yer, makam.
mübarek:
feyizli, bereketli,
kutlu.
muhit:
ihata eden, kuşatıcı.
mümkinat:
yaratılanlar,
mümkün olanlar, imkân dahi-
lindekiler, olabilir şeyler.
müşahede:
bir şeyi gözle gör-
me, seyrederek anlama, sey-
retme.
müşevveş:
teşevvüşe uğra-
mış, düzensiz, karmakarışık.
müstakbel:
gelecek zaman.
mütalâa:
okuma, dikkatli
okuma.
muvaffakıyet:
başarma, ba-
şarılı olma.
nail:
kavuşan, ulaşan, eren.
nazar:
düşünme, fikir, mülâ-
haza, niyet.
nihayet:
son.
nısf:
yarım, yarı.
nükte-i kenziye:
hazine gibi
değerli, zengin manalar ihtiva
eden nükte, söz, ifade.
nur:
ilim.
razı:
rıza gösteren, hoşnut
olan.
şahadet:
şahit olma, şahitlik,
tanıklık.
serâser:
baştan başa, tama-
mıyla, bütünüyle, büsbütün.
sır:
gizli hakikat.
teşkil:
oluşturma, şekillendir-
me.
Üstad:
Bediüzzaman Said Nur-
sî Hazretlerinin, özel isim yeri-
ne geçen bir sıfatı; öğretici, öğ-
retmen.
yevm-i mev’ud:
vadedilen
gün; kıyamet günü, ahiret gü-
nü.
zerre:
pek ufak parça, en kü-
çük parça, çok küçük parça.
| 184 | BARLA LÂHİKASI