takdir edilemeyen o anahtarlar, öyle mücevherat ve pır-
lanta elmaslar ki; ne diyeyim, iktidarsızlığımdan lisanım
ve kalemim, kalbimin tercümanı olamıyor, âciz kalıyor.
Şeriat, hakikat ve marifet hazine ve definelerini küşat ede-
cek ve eden, ancak ve ancak bu Nur Risale-i Şerifeleri-
dir. Bu Nur Risalelerinin her birisi, birbirinden nurlu; he-
le i’caz-ı Kur’ân, nurun alâ nur. Nasıl tavsif edeyim, bir
gülistan-ı ferahfeza, gayet nadide ve hoş bu ezhar-ı lâtife
gûnagûn bulunup. Hangisini koparmaya, koklamaya, ter-
cih etmeye mütehayyir kalıp da, neticede hepsinden bir
deste, bir demet yapmaya karar verdiği gibi; bu risale-i
şerifler de yazanı, okuyanı, dinleyeni nur bahçesine, nur
deryasına gark edip de mütefekkir, mütehayyir edip, hep-
sinden bir çiçek demeti yapmaz da ne yapar! İnsanı, fa-
kat o insanı, tahayyür ve tefekkür sahrasında mest-i lâ-
ya’kıl bırakmaz da ne yapar! Bütün dünyevî beşeriyet ve
hayvaniyet hassalarından tecerrüt etmesine, Hâlıkına
ubudiyet-i mütemadiyede bulunmasına; mezmum bilcüm-
le ahlâkları def ve tard etmesin, ilh… gibi hissiyatıyla mü-
tehassis edip de nefs-i emmareyi öldürmez de ne yapar!
Diyebilirim ki, bu Nur Risale-i Şerifeleri bir gülistan-ı ci-
nandır. Bu gülistandan istifade edemeyen bed-mayelere,
nasiptar olamayanlara sadhezar teessüf. İşte o gibilere il-
ham-ı Rabbanî erişsin de, Yirmi Üçüncü Söz risale-i şeri-
fesinin ahirindeki iki levhanın birincisi ki, hicab-ı gaflet-
ten nihanı, ikinci levhadaki zeval-i gafletle ayana tebdil
edebilsinler. Cümle mü’minîn-i muvahhidînin tarik-ı hida-
yette hatveendaz olmaları için, Cenab-ı Vacibü’l-Vücud
BARLA LÂHİKASI | 169 |
marifet:
tasavvufî bilgi, ilhama
dayanan vasıtasız bilgi.
mest-i lâya’kıl:
aklı baştan götü-
ren sarhoşluk.
mezmum:
ayıplanan, yerilen, be-
ğenilmemiş.
mü’minin-i muvahhidîn:
Allah’ın
birliğine inanan mü’minler.
mütefekkir:
tefekkür eden, dü-
şünen.
mütehassis:
hislenen, duygula-
nan.
mütehayyir:
hayrete düşen, şaşı-
ran.
nadide:
pek az bulunan, çok de-
ğerli.
nasiptar:
hissedar, nasibi olan,
nasipli, kısmetli.
nefs-i emmare:
insana kötü ve
günah işlerin yapılmasını emre-
den nefis.
nihan:
gizli, saklı.
nur:
ilim.
nurlu:
ışıklı, parıltılı.
nurun alâ nur:
nur üstüne nur.
paha:
fiyat, değer.
pırlanta:
pırlanta ihtiva eden,
üzerinde pırlanta bulunan.
risale-i şerife:
şerefli, mübarek ri-
sale, kitap.
sadhezar:
yüz bin.
sahra:
büyük çöl, geniş saha.
şeriat:
takip edilmesi gereken
açık ve doğru yol, büyük ve geniş
cadde.
tahayyür:
hayrete düşme, şaşa-
kalma.
takdir:
kıymet verme, değer biç-
me.
tard:
kovma, çıkarma, uzaklaştır-
ma, sürme.
tarik-ı hidayet:
hidayet yolu,
doğru olanı gösteren yol; doğru
yol.
tavsif:
vasıflandırma, niteleme.
tebdil:
değiştirme, dönüştürme.
tecerrüt:
soyunma, soyutlanma,
uzak olma.
teessüf:
üzülme, eseflenme, bir
şeyin tesirini hissetme, acı duy-
ma.
tefekkür:
derin düşünme; eşya-
nın hakikatini, yaratıcının sırlarını
kavramak ve ibret almak için zih-
nen ve kalben düşünme.
tercih:
ayırma, seçme.
ubudiyet-i mütemadiye:
daimî
kulluk; sürekli ibadet.
zeval-i gaflet:
gafletin bitmesi,
uyanış.
âciz:
gücü yetmez, zavallı.
ahir:
en son, en sondaki.
ayan:
açık, meydanda, açıkta,
belli.
bedmâye:
ahlâksız, soysuz,
mayası bozuk, sütü bozuk.
beşeriyet:
beşerîlik, insanlık.
bilcümle:
bütün, hepsi.
def:
mâni olma, savmak,
uzaklaştırma.
define:
kıymetli eşya, kıyme-
ti ve değeri yüksek olan mal
veya kimse.
derya:
deniz, bahr.
dünyevî:
dünyaya ait.
ezhar-ı lâtife:
güzel hoş çi-
çekler.
gark:
suya batma, batma, ba-
tırma.
gülistan-ı cinan:
Cennet bah-
çesi.
gülistan-ı ferahfeza:
genişlik
veren rahatlatan gül bahçesi.
gûnagûn:
türlü türlü, renk
renk, çeşit çeşit, rengârenk,
alaca.
hakikat:
gerçek, doğru.
Hâlık:
yoktan yaratan.
hâssa:
özellik.
hatveendaz:
adım atan.
hicab-ı gaflet:
gaflet perdesi.
hissiyat:
hisler, duygular.
i’caz-ı Kur’an:
Kur’an’ın muci-
zeliği, yüksek ve erişilmez ifa-
desi.
iktidar:
güç yetme, bir işi ger-
çekleştirmek için gereken
kuvvet.
ilh.:
ilâahir sözünün kısaltıl-
mışı.
ilham-ı Rabbanî:
Allah’ın il-
hamı.
istifade:
faydalanma, yarar-
lanma.
küşat:
fetih, fethetme.