cemaatlerin arasında hürmetle yadedileceğinize
(HAŞİYE)
ve
namınızın dünya ve ukbada ihtiramla taşınacağına ve ri-
salelerinizin pek büyük hahişle revaçta olacağına kaviy-
yen ümitvarım.
Evet, nasıl sözlerim haksız olsun ki, en tehlikeli anlar-
da bile, hakkı söylemekte susmayan ve pek âlî ruhu taşı-
yan ve talebelerine her an teselli nurlarını dağıtan,
Kur’ân-ı Kerîm’in bugünkü dellâl-ı muhteremi olan Üsta-
dım! Sizin din-i mübin-i İslâm’a olan merbutiyetinize ve o
büyük muhabbetinize ve o yüksek sa’yinize mükâfat ola-
rak defter-i hasenatınıza Cenab-ı Vacibü’l-Vücud Hazret-
leri lâyüad ve lâyuhsa ecirleri yazmasını rahmet-i İlâhiye-
den niyaz ederim.
Nasıl bu günkü beşeriyet size ve Risaletü’n-Nur’a med-
yun olmasın ki, semamızda dolaşan güneşin saçtığı ve her
an ufulüyle bir başka âlemi gösteren nurları gibi değil,
Kur’ân’ın arş-ı azamından gelen nurlarla ölmez, tüken-
mez, sermedî bir nuru, risalelerinizde gösteriyorsunuz.
HAŞİYE:
Ben kardeşim Hüsrev'in bu makamdaki hissiyatına iştirak ede-
miyorum. İnsanların nazarında mevki kazanmak ve dillerinde yad edil-
mek, hakikat-bin olanlarca bir şeref değildir. Eğer, rıza-i İlâhî varsa, o
rızanın cilvesi olarak insanlarda teveccüh görünse bir derece emare-i rı-
za olmak noktasında makbul olabilir. Yoksa arzu edilmemeli. Madem
Hüsrev hakikatbindir, elbette benim şahsıma havale ettiği şerefi, risa-
leleri niyet ediyor. Zaten o şerefte umum talebeler hissedardırlar, tek
birisine verilmez.
âlem:
dünya, cihan.
âlî:
yüce, yüksek, ulu.
arş-ı azam:
en büyük arş, Allah’ın
katı, Cenab-ı Hakkın kudret ve
saltanatının en büyük dairesi.
beşeriyet:
beşerîlik, insanlık.
cemaat:
topluluk.
Cenab-ı Vacibü’l-Vücud:
varlığı
ve zatî zorunlu olan.
cilve:
tecelli, görüntü.
defter-i hasenat:
iyilikler, güzel-
likler defteri, insanların yaptığı
iyiliklerin yazıldığı manevî defter.
dellâl-ı muhterem:
saygıdeğer
ilân edici.
din-i mübin-i islâm:
aşikâr, ap
açık olan İslâm dinî.
hahiş:
istek, arzu, isteyiş.
hakikatbin:
hakikati gören, haki-
kati anlayan, hakikate inanan.
haşiye:
dipnot.
havale:
bir şeyi başkasının üstü-
ne bırakma.
hissedar:
hisse sâhibi, hissesi
olan.
hissiyat:
hisler, duygular.
hürmet:
riayet, ihtiram, saygı.
ihtiram:
hürmet etme, saygı gös-
terme.
iştirak:
katılma, ortak olma.
kaviyyen:
kesin olarak, kesinlik-
le, kuvvetle, katî olarak, şüphesiz.
lâyüad ve lâyuhsa:
sonsuz, sayı-
sız.
madem:
...den dolayı, böyle ise.
makam:
yer, mevki.
makbul:
kabul edilmiş, ge-
çerli.
medyun:
borçlu, vereceği bu-
lunan.
merbutiyet:
bağlılık, mensup
oluş, mensubiyet, eklilik.
mevki:
yer, makam.
muhabbet:
sevgi, aşk derece-
sinde sevme.
mükâfat:
ödül.
nam:
ün, şöhret, şan.
nazar:
bakış; düşünce, fikir.
niyaz:
rica, dua.
niyet:
maksat, meram.
rahmet-i İlâhîye:
Allah’ın
sonsuz rahmeti, İlâhî rahmet.
revaç:
rağbet, kıymet, değer.
Risale:
belli bir konuda yazıl-
mış küçük kitap, broşür.
rıza:
razı olma, hoşnutluk.
rıza-yı ilâhî:
Allah’ın rızası,
hoşnutluğu.
sa’y:
iş, çalışma, çabalama.
sema:
gökyüzü, gök.
şeref:
manevî büyüklük, yük-
seklik, yücelik, ululuk, seçkin-
lik.
sermedî:
ebedî, daimî, sürek-
li.
talebe:
talep eden, öğrenci.
teselli:
avutma, acısını dindir-
me.
teveccüh:
yönelme, sevgi, il-
gi.
uful:
gurup, batış, gözden
kayboluş, görünmez olma.
ukba:
ahiret, öbür dünya.
ümitvar:
ümitli, umutlu,
uman, ümidi olan.
umum:
bütün.
Üstad:
Bediüzzaman Said Nur-
sî Hazretlerinin, özel isim yeri-
ne geçen bir sıfatı; öğretici, öğ-
retmen.
yâd:
anma.
| 162 | BARLA LÂHİKASI