kaynağı, fenâsız kudsî bir hazine, İlâhi bir kale kurulmuş
oluyor.
Evet, madem ki kâinatın halkına sebep olan Nebiyy-i
Efham
(
ASM
)
efendimiz hazretleri, vazife-i risaletlerini mü-
kemmelen ifa ettikten sonra, emr-i İlâhi ile vücuduna ba-
is oldukları âlem-i bekaya teşrif ettiler. Şu misafirhane ka-
panıncaya kadar gelip geçecek, dolup boşanacak, çürü-
yüp tazelenecek sükkânına, bilhassa cin ve inse en âlî bir
hediye, en mükemmel bir rehber, en mukaddes bir mür-
şit olarak, Kur’ân-ı Hakîm’i bırakmışlardır. Nitekim mü-
teakip asırların yetiştirdiği bir çok zevat-ı âliye, bütün müş-
küllerini Kur’ân ile halletmişler. Aradıklarını Kur’ân’da
bulmuşlar.
İşte bu bid’at ve zulümat asrında da yine o Kur’ân-ı Ha-
kîm ve Kerîm lâyemut i’cazını Sözler ve Mektuplarla iz-
har etmiş ve bu hakikaten azîm işte, rahmet-i İlâhiyeye,
muazzez ve muhterem Üstadımız elyak ve elhak memur
ve vasıta olmuştur. Bu hakikate daha birinci derste, lütf-i
İlâhî ile iman ettim. Diğer nurlu dersler, kuvvet-i imana
vesile olmuş ve olmakta bulunmuştur.
(1)
»
u
Hn
Q p
?°r
†n
a r
øp
e Gn
ò'
g! o
ór
ªn
ër
dn
G
Aziz ve Muhterem Üstadım!
Bu dünya mü’mine zindandır derler. İşte neşrine, izha-
rına, beyanına vasıta olduğunuz nurlar, bize bu karanlık
dünyamızı aydınlattı. Hilkatteki hakikati talim etti. Bâkî,
daimî ve sermedi, saadetli hayatı tedris etti. Şahsen bu
BARLA LÂHİKASI | 155 |
kaldıkları şeyi yapmak.
ifa:
bir işi yapma, yerine getirme.
ilâhî:
Allah’la ilgili, Cenab-ı Hakka
dair.
ins:
insan, beşer, Âdemoğlu.
izhar:
gösterme, açığa vurma.
kâinat:
evren; yaratılmış olan
şeylerin tamamı, bütün âlemler.
Kerîm:
kerem sahibi, ihsan edici,
cömert, eli açık.
kudsî:
mukaddes, yüce.
Kur’ân-ı Hakîm:
her ayet ve su-
resinde sayısız hikmet ve fayda-
lar bulunan Kur’ân.
kuvvet-i iman:
iman gücü.
lâyemut:
ölümsüz, sonu olma-
yan, hayatı sona ermez.
lütf-i İlâhî:
Allah’ın lütfu, ihsan ve
iyiliği.
madem:
...den dolayı, böyle ise.
misâfirhâne:
misafirlerin kaldığı
ev, geçici bekleme yeri.
mü’mine:
iman etmiş olan kadın
veya kız, mü’min kadın.
muazzez:
kıymetli, muhterem,
sevgili, aziz.
muhterem:
saygı değer, hürmete
layık, saygın.
mukaddes:
takdis edilmiş, kutsal,
aziz, temiz.
mükemmelen:
mükemmel ola-
rak, mükemmel bir şekilde, ku-
sursuz olarak.
mürşit:
gafletten uyandıran.
müşkil:
güçlük, zorluk, engel.
müteakip:
takip eden.
Nebiyy-i Efham:
en büyük Pey-
gamber, Hz. Muhammed (
ASM
).
neşr:
herkese duyurma, yayma,
tamim.
nurlu:
ışıklı, parıltılı.
rahmet-i İlâhîye:
Allah’ın sonsuz
rahmeti, İlâhî rahmet.
saadet:
mutluluk, kutluluk, bahti-
yarlık, mes’ut olma.
şahsen:
şahıs itibarıyla, şahısça,
bizzat, kendisi.
sermedî:
ebedî, daimî, sürekli.
sükkân:
sakin olanlar, ikamet
edenler, oturanlar.
talim:
eğitim, yetiştirme, öğret-
me.
tedrîs:
okutma, ders verme.
teşrif:
şereflendirme, şeref ver-
me.
Üstad:
Bediüzzaman Said Nursî
Hazretlerinin, özel isim yerine ge-
çen bir sıfatı; öğretici, öğretmen.
vasıta:
aracı.
vazife-i risalet:
peygamberlik
vazifesi.
vesile:
fırsat, elverişli hal.
zevat-ı âliye:
yüce şahıslar, yüce
kişiler, yüksek meziyetli zatlar.
zindan:
çok karanlık, sıkıntılı yer.
zulüm:
haksızlık, eziyet, işkence.
âlem-i beka:
sonsuzluk âle-
mi, ahiret.
âlî:
yüce, yüksek, ulu.
asır:
yüzyıl, asır.
azîm:
büyük, yüce, ulu.
aziz:
değerli.
bais:
sebep olan.
bâkî:
ebedî, daimî, sürekli ve
kalıcı olan.
beyan:
açıklama, bildirme,
izah.
bid’at:
dinin aslında olmayıp
sonradan icat edilen şeyler,
yeni âdet.
bilhassa:
özellikle.
cin:
gözle görünmez, lâtif ci-
simlerden ibaret bir yaratık.
daimî:
sürekli, devamlı.
elhak:
hakkın tâ kendisi, tam
doğrusu; doğrusu ya.
elyak:
daha (en) layık olan.
emr-i ilâhî:
İlahî iş; Allah’ın
emri.
fenâ:
yokluk, son bulma, ge-
çicilik.
hakikat:
gerçek, doğru.
hakikaten:
doğrusu, gerçek-
ten.
hazine:
zengin ve değerli
kaynak.
hilkat:
yaratılma, yaratılış.
i’caz:
mucizelik, insanların
benzerini yapmaktan âciz
1.
Rabbimin bu fazlından dolayı ezelden ebede kadar Allah’a hamd olsun. (Metnin “Elhamdü-
lillâh” kısmı birçok ayette geçmektedir. Sonraki kısım ise Neml Suresinin 40. ayetidir.)