izn-i İlâhî ile beyan buyurduğunuz i’caz-ı Kur’ân hürmeti-
ne, Allahü Zülcelâl muhterem Üstadımızdan ebeden razı
olsun. Ve Hazret-i Kur’ân hesabına intizar buyurduğunuz
ümitlerinizi, ankarip mübeddel-i hakikat ve mü’minlere
de selâmet iman tevfik buyursun, âmin.
Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci meselesini almaz-
dan evvel, mübarek
Sözler
’le alâkadar olmayan zevata
defaatle Üstadım altı-yedi seneden beri şöyle buyurmak-
tadır: (Kur’ân’ın surları yıkılmıştır. Bütün hücumlar
Kur’ân’adır. İmanı kurtarmak zamanıdır...) İşte yavaş ya-
vaş bu beyanatın sıhhati, her gözü ve aklı olan mü’min
tarafından tasdik edilecek hadisat zuhur etmektedir, di-
yordum. Bu mektup, bu bîçare talebenizin Üstadının
emirlerini tebliğde sadık olduğunu ispat etmekle beraber,
evvelce de arz ettiğim vecihle, mektupları almazdan ev-
vel hatırıma gelen, Hatta lisanıma kadar geçen, çok me-
seleler nev’inden olduğuna şüphem olmadığı için, bunu
da icaz-ı Kur’ân’dan addediyorum. Tevafukatta bendeniz-
deki nüshada da, ekseriyetle müvazenet vardır. Evet, han-
gi cihetten bakılsa inayet-i İlâhiye ayan beyan görünür.
Muhterem Üstadım!
Rahmet-i İlâhiye ile bir hakikati
daha yakinen anladım. O da şudur ki: İlk şeref-i mülâki
olduğum zamanda verdiğiniz ders, bütün risale ve
mektuplarda vücudunu hissettirmektedir. Fark yalnız o
dersteki mücmel hakaikın diğer derslere tafsil, tavzih ve
izharından ibarettir. Demek ki, imanı ve Kur’ân’ı esas
ittihaz etmekle, daimî bir feyz menbaı, sermedi bir nur
alâkadar:
ilgili, ilişkili, münase-
betli, bağlı.
âmin:
Yâ Rabbi! Öyle olsun, ka-
bul eyle!” anlamında duanın so-
nunda söylenir.
arz:
sunma, bildirme.
ayan:
açık, meydanda, açıkta,
belli.
beyan:
açıklama, bildirme, izah.
beyanat:
açıklamalar, izahlar.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
cihet:
yan, yön, taraf.
daimî:
sürekli, devamlı.
defaat:
kereler, defalar, kezler,
yollar.
ebeden:
ebedî ve daimî olarak.
ekseriyetle:
daha ziyadesiyle,
çoklukla, çoğunlukla.
evvel:
önce, ilk, birinci, iptida,
başlangıç.
evvelce:
daha önce.
feyiz:
bolluk, bereket; ilim, irfan,
manevî gıda.
hâdisat:
hadiseler, olaylar.
hakaik:
hakikatler, doğrular, ger-
çekler.
hakikat:
gerçek, doğru.
hazret-i Kur’ân:
sevgili Kur’ân.
i’caz-ı Kur’ân:
mu’cize olan
Kur’ân.
ibaret:
meydana gelen, oluşan,
müteşekkil.
iman:
inanma, inanç, itikat, tas-
dik.
inayet-i ilâhî:
Allah’ın yardımı ve
ihsan.
intizar:
beddua, ilenme.
ispat:
doğruyu delillerle göster-
me.
ittihaz:
edinme, kabul etme.
izhar:
ortaya koyma, açığa çıkar-
ma, gösterme.
izn-i ilâhî:
Allah’ın izni.
karip:
yakın.
lisan:
konuşma dili.
menba:
kaynak.
mesele:
önemli konu.
mü’min:
iman eden, inanan.
mübarek:
feyizli, bereketli, kutlu.
mübeddel-i hakikat:
gerçek de-
ğişiklik.
mücmel:
öz olarak anlatılmış, kı-
sa ve az sözle ifade edilmiş, öz,
özet.
muhterem:
saygı değer, hürmete
layık, saygın.
mülâki:
görüşen, konuşan.
muvazenet:
denge.
nevi:
çeşit.
nur:
hayat.
nüsha:
birbirinin aynı olan
suretlerin her biri.
rahmet-i İlahî:
Allah’ın son-
suz rahmeti.
razı:
rıza gösteren, hoşnut
olan.
risale:
belli bir konuda yazıl-
mış küçük kitap, broşür.
sadık:
sözünde, vaadinde,
işinde doğru olan.
selâmet:
kurtulma, selâmete
çıkma.
şeref-i mülâki:
görüşme ko-
nuşma şerefi.
sermedî:
ebedî, daimî, sürek-
li.
sıhhat:
sahihlik, sözün yanlış
ve eksik olmaması.
sur:
kale, hisar.
tafsil:
etraflıca bildirme, ay-
rıntılı anlatma.
talebe:
talep eden, öğrenci.
tasdik:
doğrulama, onayla-
ma.
tavzih:
açıklama, açık anlat-
ma, izah etme, iyice aydınlat-
ma.
tebliğ:
ulaştırmak, bildirmek.
tevafukat:
uygunluk.
tevfik:
Allah’ın yardımı, başa-
rılı kılması.
Üstad:
Bediüzzaman Said Nur-
sî Hazretlerinin, özel isim yeri-
ne geçen bir sıfatı; öğretici, öğ-
retmen.
vecih:
cihet, yön.
yakînen:
yakîn olarak, şüp-
heye düşmeden bilme.
zevat:
zatlar, şahıslar, kimse-
ler.
zuhur:
ortaya çıkma.
Zülcelâl:
celâl sahibi, büyük-
lük, izzet, heybet ve azamet
sahibi Allah.
| 154 | BARLA LÂHİKASI