en parlak ve gözler kamaştıran nurlarıyla tezahür ediyor,
kendini gösteriyor. Beşerin nazarını ister istemez kendi-
ne çeviriyor.
Bin üç yüz seneden beri, sahib-i insafı hayrette bırakan
ve dünyanın her köşesinde ve beşerin her tabakasında,
cin ve beşer lisanında, semavatta melek ve ruhanîler li-
sanında, en yüksek makam-ı mümtazı işgal eden, o Fur-
kan-ı İlâhînin esrar-ı mühimmesinden ve i’caz-ı azîmesin-
den bir parçası daha, susmak bilmeyen mu’ciznüma bir
seda ve lâtif bir avaz ve tükenmez bir feyizle karşımıza çı-
kıyor. O kıymettar Kur’ân’ın bugün mükevvenatı yed-i
kudretinde tutan ve azamet-i kibriyasıyla idare eden ve
azamet-i celâli karşısında her şeyi kendine secde ettiren,
bir Zat-ı Vacibü’l-Vücud’un kelâmı olduğunu, üzerindeki
hadsiz damgalarıyla gösteren risalelerinizin kıymeti ne bü-
yüktür. O risalelere nasıl kıymet verilir, nasıl başkasıyla
muvazene edilir, nasıl bir başkasının tefevvuku tahattur
edilir.
Beşerin zulmetli simasına nurlar saçan ve tevhid hari-
cindeki her türlü akideleri zirüzeber eden ve şakirtlerine
gülümseyerek tatlı bir yüzle bakan ve hoş ve pek şirin bir
lisan ile söyleyen, o risaleler ve o risalelerin sahibi ve
naşiri olan sevgili Üstadım, siz talebelerinizin kalblerinde
risalelerinizde yaşıyorsunuz. Hem öyle bir surette ya-
şıyorsunuz ki, küçük bir işaretinize müheyya talebe-
lerinizin ruhlarında ırmakların çağladıkları gibi tevali eden
ve tükenmek bilmeyen İlâhî bir muhabbetle yaşıyorsunuz.
Hayat-ı fâniyeye veda etseniz bile, büyük büyük
BARLA LÂHİKASI | 161 |
layan, dağıtan.
nazar:
dikkat.
risale:
mecmua, dergi.
ruhanî:
manevî âlem, ruhlar âle-
mine mensup, ruhlar âlemine ait.
sada:
ses.
sahib-i insaf:
insaflı kişiler.
şakirt:
talebe, öğrenci.
secde:
baş eğme, başı yere koy-
ma.
semavat:
semalar, gökler.
sima:
kimse, kişi, şahsiyet.
suret:
biçim, şekil, tarz.
tabaka:
topluluk, sınıf, zümre.
tahattur:
hatıra gelmek, hatırla-
mak.
tefevvuk:
üstün olma, üstünlük.
tevali:
arkası kesilmeksizin sür-
me, ard arda gelme, sürüp gitme.
tevhid:
Allah’ın bir olduğuna
inanma, birleme.
tezahür:
görünme, belirme, orta-
ya çıkma.
Üstad:
Bediüzzaman Said Nursî
Hazretlerinin, özel isim yerine ge-
çen bir sıfatı; öğretici, öğretmen.
veda:
ayrılık, ayrılma, ayrılış.
yed-i kudret:
kudret eli, her şeyi
tutan Allah’ın kudret eli.
Zat-ı Vacibü’l-vücut:
varlığı mut-
laka gerekli olan zat, Cenab-ı Al-
lah.
zirüzeber:
altüst, karmakarışık,
darmadağın.
zulmet:
karanlık, Allah’ın nurun-
dan mahrum olma hâli.
akide:
iman, inanılan ve itikat
edilen esas, inanç.
avaz:
nefret, kin. ses, seda,
bağırtı, çığlık.
azamet-i kibriya:
haşmetin,
azametin, celâlin büyüklüğü.
beşer:
insan, insanlık.
cin:
gözle görünmez, lâtif ci-
simlerden ibaret bir yaratık.
damga:
işaret vurulan alet,
mühür.
esrar-ı mühimme:
önemli
sırlar.
feyiz:
ilim, irfan.
Furkan-ı İlâhî:
ilâhi kitap,
Kur’ân-ı Kerîm.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hariç:
bir şeyin dışında kal-
ma.
hayat-ı fânîye:
fânî hayat;
sonu olan dünya hayatı.
i’caz-ı azîme:
büyük mu’cize.
idare:
bir işi yürütme, çekip
çevirme.
ilâhî:
Allah’la ilgili, Cenab-ı
Hakka dair.
işgal:
meşgul etme; tutma.
kelâm:
söz, konuşma.
kıymet:
değer.
kıymettar:
kıymetli, değerli.
lâtif:
tatlı, şirin.
lisan:
konuşma dili.
makam-ı mümtaz:
seçkin
önemli makam, mevki.
mu’ciznüma:
mu’cizeli,
mu’cize gösteren.
muhabbet:
sevgi, sevme.
müheyya:
hazır, hazırlanmış,
amade.
mükevvenat:
yaratılmışların
tamamı, bütün mahlûkat,
kâinat, mevcudat.
muvazene:
mukayese, karşı-
laştırma; ölçü, denge.
naşir:
eser, neşreden, yayın-