Œ
95
œ
[Şu fıkra Mes’ut Efendi’nindir.]
Ey Benim Muhterem Üstadım!
Hadd-i bülûğumdan bu ana kadar, lain şeytanın zır-
hından ma’mül bir sanduka derununda kilitlemiş olduğu
akl-ı uhrevî ve imanımı tazyik altına almıştı. Duanız saye-
sinde ve bana karşı göstermiş olduğunuz hüsn-i niyet ve
nasihatlerin semeresi olarak, ancak yedi senede Üstadı-
mın dua yumruğuyla lain şeytanın zırh sandukası kırıla-
rak imanımı tekrar teslim ettin ve teslim aldığımı şunun-
la ispat ederim ki, duaya kabul buyurduğunuz tarihte, ya-
ni ramazan-ı şerifin üçüncü günü beray-ı ziyaret nezdi-
nizde idim. Müfarakatımdan sonra, Cenab-ı Hakkın gös-
terdiği ve sevgili Üstadıma arz eylediğim rüya ile âcizâne
tefsirimde gün doğudan gün indiye doğru olan çayı, ya-
ni gün doğudaki duayı almamış olsa idim, önümde, elin-
de sepet ile giden adam gibi gayya kuyusuna gidecektim.
Bende o kapının önünde durduğum hâlde, o müessir al-
mış olduğum dua sayesinde, o korkunç kapıdan çağırıl-
mayarak, avdetimde geniş bir caddeden halkın omuz
omuza geçtiği ve bizim mestur bir mevkide seyreylediği-
miz o meşak ve mezahime iştirak ettirilmediğimiz, ancak
Üstad-ı Muhteremimin, Cenab-ı Hak nezdinde duasının
kabulüdür ve Sözler’in mukavemetsûz tesirleridir. Ben
de buna mukabil, Üstadımın hadim olduğu çığırı takip ile
hizmet etmek emelinde isem de, yalnız ettiğim hizmet
kâfi değildir. O da ancak ahiret menfaatimiz içindir.
âcizâne:
beceriksizcesine.
ahiret:
öbür dünya, ikinci hayat.
akl-ı uhrevî:
ahirete ait düşünce.
arz:
söyleme, ifade etme.
avdet:
geri gelme, dönüş.
beray-ı ziyaret:
ziyaret için, ziya-
ret maksadı ile.
Cenab-ı Hak:
Allah; doğru, ger-
çek, Hakkın tâ kendisi olan, şeref
ve azamet sahibi yüce Allah.
derun:
iç, içeri, dahil.
dua:
yalvarma, yakarış, niyaz.
emel:
amaç, arzu, istek.
fıkra:
kısım, fasıl, bölüm.
gayya:
Cehennemde bir kuyu ve-
ya dere.
hadd-i bulûğ:
bulûğa erme yaşı,
ergenlik çağı.
hâdim:
hademe, hizmetçi.
hüsn-i niyet:
iyi niyet, temiz
kalblilik.
ispat:
doğruyu delillerle gös-
terme.
iştirak:
aynı hâlde bulunma.
kâfî:
yeter, elverir.
lâîn:
kovulmuş, nefret kazan-
mış, istenilmeyen.
mamul:
imal edilmiş, yapıl-
mış, işlenmiş.
meşak:
eziyetler, sıkıntılar,
meşakkatler, mihnetler, zah-
metler.
mestur:
örtülü, örtülmüş, set-
rolunmuş, kapalı, gizli, perde-
li.
mesut:
saadetli, bahtlı, mut-
lu.
mevki:
yer, mekân.
mezahim:
eziyetler, sıkıntılar,
zahmetler, zorluklar, belâlar.
muhterem:
saygı değer, hür-
mete layık, saygın.
mukabil:
karşılık.
müessir:
tesirli.
müfarakat:
uzaklaşma, ayrı-
lık.
nasihat:
akıl öğretme, yol
gösterme.
nezd:
yan, kat, huzur, ind.
ramazan-ı şerif:
şerefli rama-
zan ayı.
semere:
meyve, güzel netice.
tazyik:
sıkıntı verme, baskı
yapma.
tefsir:
açıklama, izah.
tesir:
etki.
uhrevî:
ahirete dair, ahirete
ait.
Üstad:
Bediüzzaman Said Nur-
sî Hazretlerinin, özel isim yeri-
ne geçen bir sıfatı; öğretici, öğ-
retmen.
üstad-ı muhterem:
saygıde-
ğer üstad.
zırh:
koruyucu çelik levha.
| 158 | BARLA LÂHİKASI