Büyük hisler ve ulvî fikir bahşediyor. O
Sözler
ki; her bi-
ri ayrı ayrı mecralardan cereyan ederek büyük bir derya-
ya dökülen berrak ve saf ırmaklar gibi çağlıyorlar. İşte
bendeniz, bu çağlayan ırmakların lâtif ve ulvî seslerinden
hayli derece istifade ediyor ve sonlarında beşeriyetin baş-
ta âcizlerinin iptilâ olduğu emraza şifa verici eczalar istih-
sal ediyorum. Kendisini acı, yoksulluk içerisinde bunalı-
yor zanneden ve muhayyilesi inkişaf edememiş kimsele-
ri ikaz etmek emelini taşıdığıma emin olunuz.
Aziz Üstadım!
Anlıyorum ki, kaybolmuş ümitlerimin,
hayatımın semasında sönen yıldızlarımın ufulüne teessüf
edip bir fecr-i sabah ararken, bir nur sima bir nur sabah
karşımda parladılar. Allah sizden razı olsun ki, kıymetli
eserleriniz sayesinde hayatın kıymet ve ehemmiyetini an-
ladım. Bu suretle kalbime bir istinadgâh-ı manevî buldum
diye müstağrak-ı sürur oluyorum. Hemen; Rabbim, Üs-
tadımızı iki cihanda aziz ve gayelerine vâsıl eylesin, âmin.
Zekâi
ì®í
Œ
75
œ
Ey Aziz Üstad!
Vakıa, emr-i âlîleri Sözlerin yazılması hususunda ace-
le edilmemesi idi; fakat hiç mümkün mü ki, karşımda bil-
lûrî sular akıtan ulu pınarın suyundan kana kana içmek
için acele etmeyeyim. Malûm âlîleri, bendeniz bu husus-
ta vazifelerde çok geç kaldım. Bu cihetleri vuzuh ile
BARLA LÂHİKASI | 127 |
pınar:
çeşme, kaynak.
Rab:
yaratan, besleyen, terbiye
eden, Allah.
razı:
rıza gösteren, hoşnut olan.
saf:
temiz, halis, katıksız, karışık
olmayan.
sema:
gökyüzü, gök.
sima:
yüz, çehre.
suret:
biçim, şekil, tarz.
şifa:
deva, ilaç.
teessüf:
üzülme, eseflenme, bir
şeyin tesirini hissetme, acı duy-
ma.
uful:
gurup, batış, gözden kaybo-
luş, görünmez olma.
ulvî:
yüksek, yüce; manevî, ruha-
nî.
Üstad:
Bediüzzaman Said Nursî
Hazretlerinin, özel isim yerine ge-
çen bir sıfatı; öğretici, öğretmen.
vakıa:
gerçi, her ne kadar.
vâsıl:
hakka ulaşan, hakka eren.
vazife:
yapılması bir kimseye ıs-
marlanan iş.
vuzuh:
kolay anlaşılırlık, ifade
açıklığı.
âciz:
zayıf, güçsüz, zavallı.
âlî:
yüce, yüksek, ulu.
âmin:
Yâ Rabbi! Öyle olsun,
kabul eyle!” anlamında dua-
nın sonunda söylenir.
aziz:
sevgili.
aziz:
yüksek dereceli, çok de-
ğerli.
bahş:
bağış, ihsan, verme.
berrak:
nurlu, pek parlak, du-
ru, açık.
beşeriyet:
beşerîlik, insanlık.
billûrî:
kristal gibi.
cereyan:
akma, bir tarafa
doğru akış.
cihet:
görüş, görüş açısı.
derya:
deniz.
ecza:
eczacılıkta, ilâç yapma-
da kullanılan çeşitli maddeler.
ehemmiyet:
önem, değer,
kıymet.
emel:
şiddet arzu, ümit.
emraz:
hastalıklar, marazlar.
fecr-i sabah:
sabahın ilk ay-
dınlığı.
inkişaf:
gelişme.
iptilâ:
iyi veya kötü bir şeye
olan aşırı düşkünlük, tiryaki-
lik.
istifade:
faydalanma, yarar-
lanma.
istihsal:
hasıl etme, meydana
getirme, elde etme, üretme.
istinatgâh-ı manevî:
manevî
deliller, güven veren daya-
nak.
kıymet:
değer.
lâtif:
tatlı, şirin.
malûm:
şüphesiz, belli, evet.
mecra:
kanal.
muhayyile:
hayal etme gücü.
müstağrak-ı sürur:
sevince
boğulmuş.
nur:
aydınlık, parıltı, parlaklık,
ziya, ışık, şule.