Âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim,
Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim.
(HAŞİYE 1)
Şu iki mısra-i manidarı, perişan arizıma şereflendirmek
niyetiyle derç ediyorum. Bu fakir ve âciz talebeniz, şu
hayretfeza Keramet-i Kur’âniyeyi ve İ’caz-ı Nebeviyeyi
müşahede ettiğim günden beri, bu babda çok derin dü-
şüncelere dalıyorum. Ve şu tevafukat-ı acibeye müşabih
tevafukat, başka kitaplarda bulunur mu? maksadıyla çok
temaşa ediyorum, göremiyorum. Görülse de pek nadir
bir hâldedir. Şu hâlde tevafukat-ı gaybiye, bir keramet-i
alenîye olarak endamını nurlarda izhar ediyor. Ve lisan-ı
hâl ile beşere hitaben diyor ki: “Ey benîâdem! Şu sisli asır-
da dalâleti ref ve selb edip necat ve saadet bahşedecek ve
dimağınızdaki semli kokuları verd-i
(HAŞİYE 2)
Muhamme-
dîye tebdil edecek ve en kestirme ve son derece muhkem
ve müstakim bir tarik-ı selâmet ve necata sevk edecek,
pek çok keramat ve i’cazını gösteren bizim bulunduğu-
muz derya-i nuranîdir. Ve atiyen daha nice âsâr-ı hafiye
tezahür edecektir.” diye nida ediyor.
Müsaade-i fazılâneleriyle bir maruzatım daha var. Fakat
bu cihette, şahsımı istisna ederek meramımı arz
edeceğim. Bendeniz Nurların müştak müşterilerinde da-
ha doğrusu yanık talebelerinde, bir tevafuk-i fevkalâde
BARLA LÂHİKASI | 121 |
mana ifade etmesi.
lisan-ı hâl:
hâl dili, bir şeyin duru-
şuyla bir anlam ifade etmesi.
marifet:
bilme, derin bilgi.
maruzat:
arz edilenler, sunulan-
lar.
meram:
maksat, niyet, arzu, is-
tek, içten tasarlanan.
mısra-ı manidar:
anlamlı mısra-
lar.
mir’at-ı Muhammed:
Hz. Mu-
hammed’in aynası.
muhkem:
sağlam, sağlamlaştırıl-
mış, kuvvetli.
müstakim:
doğru.
müşabih:
birbirine benzeyen,
aralarında benzerlik bulunan şey-
lerden her biri.
müşahede:
bir şeyi gözle görme,
seyrederek anlama, seyretme.
müştak:
arzulu, fazla istekli, işti-
yak gösteren.
müşteri:
istekli.
necat:
kurtuluş, kurtulma, halâs,
selâmet.
nida:
bağırma, çağırma, seslen-
me.
ref:
kaldırma, giderme.
saadet:
mutluluk.
selâmet:
kurtuluş, halâs.
selb:
red ve inkâr etme.
semli:
zehirli.
sevk:
yöneltme.
şeref:
övünülecek, iftihar edile-
cek şey.
talebe:
öğrenci.
tarik-i selâmet:
selâmet yolu,
sağlıklı yol.
tebdil:
değiştirme, dönüştürme.
tevafuk:
uygunluk; belli sıra, ölçü
ve münasebetler içerisinde birbi-
rine denk gelme.
tevafukat:
uygunluk.
tevafuk-i fevkalâde:
olağanüstü
uygunluk ve denk gelmeler.
tezahür:
görünme, belirme, orta-
ya çıkma.
âciz:
zayıf, güçsüz, zavallı.
adem:
insan-ı kâmil.
âlem:
bütün yaratılmışlar.
aleniye:
alenî, açık, göz
önünde.
ariz:
mütevazi. ardıç ağacı.
arz:
söyleme, ifade etme.
âsâr-ı hafiye:
sırlı eserler.
ati:
gelecek zaman, istikbal.
ayine:
ayna.
bab:
kısım, bölüm, bahis.
bahş:
bağış, ihsan, verme.
benî:
oğullar, evlâtlar, çocuk-
lar.
beşer:
insan, insanlık.
beyt:
iki mısradan oluşan şiir.
cihet:
görüş, görüş açısı.
daim:
devam eden, devamlı,
sürekli.
dalâlet:
iman ve İslamiyetten
ayrılmak, azmak.
derc:
sokma, içine alma.
derya-ı nuranî:
nurlu deniz.
dimağ:
akıl, şuur.
endam:
şekil, biçim.
hafiye:
gizli.
hakikat:
gerçek, doğru.
haşiye:
dipnot.
hayretfeza:
hayret arttıran.
hitaben:
hitap ederek, söyle-
yerek.
i’caz:
mu’cize gösterme, kim-
senin yapamayacağı şeyleri
yapma.
i’caz-ı Nebeviye:
Hz. Muham-
med’in mu’cizesi.
istisna:
kaide dışı bırakma.
izhar:
gösterme, belirtme.
kâim:
ayakta duran, ayakta
bulunan, ayağa kalkan.
keramat:
kerem ve bağışlar,
ikramlar, lütuflar.
lâtif:
tatlı, şirin.
lisan-ı hâl:
hâl dili, bir şeyin
duruşu ve görünüşü ile bir
HAŞİYE 1:
Lâtif bir tevafuktur ki: Hulûsî-i Sani Sabri Efendi bu beyti ba-
na yazdı.
HAŞİYE 2:
Gül demektir.