Burdur’da eski muhacirlerden Şebab isminde ümmî bir zat, kayınvalidesiyle beraber tebdil-i hava için buraya gelmiş; hemşehrilik itibarıyla benim yanıma geldi.
Üç müsellah jandarma ile camiden istenildi. O memur, hilâf-ı kanun yaptığı hatayı setretmeye çalışıp, “Af edersiniz, gücenmeyiniz; vazifedir” demiş, sonra “Haydi, git” diyerek ruhsat vermiş.
Bu vakıaya sair şeyler ve muameleler kıyas edilse anlaşılır ki bana karşı sırf keyfî muameledir ki yılanları, köpekleri bana musallat ediyorlar. Ben de tenezzül etmiyorum ki onlarla uğraşayım. O muzırların şerlerini def’ etmek için Cenab-ı Hakka havale ediyorum.
Zaten sebeb-i tehcir olan hâdiseyi çıkaranlar, şimdi memleketlerindedirler. Ve kuvvetli rüesalar, aşairlerin başındadırlar. Herkes terhis edildi. Başlarını yesin, dünyalarıyla alâkam olmadığı halde, beni ve iki zat-ı âharı müstesna bıraktılar. Buna da peki dedim. Fakat o zatlardan birisi, bir yere müftü nasbolunmuş; memleketinden başka her tarafı geziyor ve Ankara’ya da gidiyor. Diğeri, İstanbul’da kırk binler hemşehrileri içinde ve herkesle görüşebilir bir vaziyette bırakılmış. Halbuki bu iki zat, benim gibi kimsesiz, yalnız değiller; maşaallah büyük nüfuzları var. Hem… Hem…
Halbuki beni bir köye sokmuşlar, en vicdansız insanlarla beni sıkıştırmışlar. Yirmi dakikalık bir köye altı senede iki defa gidebildiğim gibi, o köye gitmek ve birkaç gün tebdil-i hava için ruhsat verilmediği bir derecede beni, muzaaf bir istibdad altında eziyorlar. Halbuki bir hükûmet ne şekilde olursa olsun, kanunu bir olur; köyler ve şahıslara göre ayrı ayrı kanun olmaz. Demek hakkımdaki kanun, kanunsuzluktur. Buradaki memurlar, nüfuz-u hükûmeti, ağraz-ı şahsiyede istimal ediyorlar. Fakat Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e yüz binler şükür ediyorum ve tahdis-i nimet suretinde derim ki:
Bütün onların bu tazyikat ve istibdadları, envâr-ı Kur’âniyeyi ışıklandıran gayret ve himmet ateşine odun parçaları hükmüne geçiyor, iş’al ediyor, parlatıyor. Ve o tazyikleri gören ve gayretin hararetiyle inbisat eden o envâr-ı Kur’âniye, Barla yerine bu vilâyeti, belki ekser memleketi bir medrese hükmüne getirdi. Onlar beni bir köyde mahpus zannediyor. Zındıkların rağmına olarak, bilakis Barla kürsü-ü ders olup, Isparta gibi çok yerler medrese hükmüne geçti. “Elhamdülillahi hâzâ min fazlı Rabbî.” [Allah’a hamd olsun. Bu Rabbimin fazlındandır.]
Mektubat, 28. Mektub, 4. Mesele, s. 422
LÛGATÇE:
ağraz-ı şahsiye: şahsî garazlar, kinler.
aşair: aşiretler.
envâr-ı Kur’âniye: Kur’ân nurları.
hilâf-ı kanun: kanuna ters, kanun dışı.
inbisat: yayılma, genişleme, açılma.
istibdad: keyfe, zora ve baskıya dayanan idare şekli.
iş’al: alevlendirme, tutuşturma.
muhacir: hicret eden, göç eden.
muzaaf: kat kat, katmerli.
müsellâh: silâhlı.
nasbolunmak: bir işe, memuriyete yerleştirilmek, tayin edilmek.
rüesa: reisler, başkanlar.
sebeb-i tehcir: sürgün sebebi.
setretmek: örtmek.
tahdis-i nimet: İlâhî nimeti şükrederek anlatma.
zat-ı âhar: diğer, başka zat, kişi.
zındık: Allah’ı inkâr eden, imansız, dinsiz.