Bil ki, nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zâhir bir hak, fâik bir kemal görünüyor. Bilbedâhe, hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir.
Mehâsin-i ubudiyetin binlerinden yalnız buna bak ki:
Nebî Aleyhisselâm, ubudiyet cihetiyle muvahhidînin kalplerini ıyd ve Cuma ve cemaat namazlarında ittihad ettiriyor ve dillerini bir kelimede cem ediyor. Öyle bir sûrette ki, şu insan, Mabud-u Ezelînin azamet-i hitabına, hadsiz kalplerden ve dillerden çıkan sesler, duâlar, zikirlerle mukabele ediyor. O sesler, duâlar, zikirler birbirine tesanüd ederek ve birbirine yardım edip ittifak ederek öyle geniş bir surette Mabud-u Ezelînin ulûhiyetine karşı bir ubûdiyet gösteriyor ki, güya küre-i arz kendisi o zikri söylüyor, o duâyı ediyor ve aktârıyla namaz kılıyor ve etrafıyla, semâvâtın fevkinde izzet ve azametle nâzil olan ”Namaz kılınız!” (Rûm Sûresi: 31) emrini, küre-i arz imtisal ediyor. Bu sırr-ı ittihad ile, kâinat içinde bir zerre gibi zayıf, küçük bir mahlûk olan şu insan, ubudiyetin azameti cihetiyle Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın mahbub bir abdi ve arzın halifesi, sultanı ve hayvânâtın reisi ve hilkat-i kâinatın neticesi ve gayesi oluyor.
Evet, eğer namazların arkasında, hususan bayram namazlarında, bir anda “Allahu ekber” diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihad ettikleri gibi, âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihad edip içtimâ etse, küre-i arz tamamıyla büyük bir insan olup, azametine nisbeten büyük bir sâdâ ile söylediği “Allahu ekber”e müsaâvî geldiğinden, o muvahhidînin ittihadıyla bir anda “Allahu ekber” demeleri, küre-i arzın büyük bir “Allahu ekber”i hükmüne geçiyor. Adeta bayram namazlarında âlem-i İslâmın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübrâya mazhar olup, aktâr ve etrafıyla “Allahu ekber” deyip, kıblesi olan Kâbe-i Mükerremenin samimî kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle “Allahu ekber” diyerek, o tek kelime, etraf-ı arzdaki umum mü’minlerin mağara-misal ağızlarındaki havada temessül ediyor. Birtek “Allahu ekber” kelimesinin aks-i sâdâsıyla hadsiz “Allahu ekber” vuku bulduğu gibi, o makbul zikir ve tekbir, semâvâtı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüc ederek sâdâ veriyor.
İşte, bu arzı böyle kendine sâcid ve âbid ve ibâdına mescid ve mahlûklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zât-ı Zülcelâle, yerin zerrâtı adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudatı adedince hamd ediyoruz ki, bize bu nevî ubudiyeti ders veren Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmına ümmet eylemiş.
Lem’alar, On Yedinci Lem’a, s. 222
LÛGATÇE:
cem etmek: toplamak.
faik: üstün, seçkin, yüksek.
fezleke: hülâsa, özet.
ıyd: bayram.
ibad: abdler, kullar.
mehasin-i ubudiyet: kulluğun, ibadetin iyilik ve güzellikleri.
muvahhidîn: Allah’ın varlığına ve birliğine inananlar.
mükebbir: tekbir getiren, ‘’Allahü ekber’’ diyen.
müsâvî: birbirine denk, aynı seviyede olan.
müsebbih: tesbih eden.
nübüvvet: peygamberlik.
sâcid: secde eden.
ubudiyet: kulluk.