Üstâd Hazretleri, şu Dârü’l-Hikmet yıllarında, şu İstanbul’da, şu “sehl-i mümteni” tarzında şu manzûm olarak kaleme aldığı şu Lemaât’ında, “Hakkı bulduktan sonra, ‘Ehakk’ için ihtilaf çıkarma…” ikazını yaptıktan sonra, devamında ise, konuyu tavzih sadedinde “Zihniyet-i İnhisar, ‘hubb-u nefis’ten geliyor, sonra maraz oluyor; ‘niza’ ondan çıkıyor...” demekte.
Bundan tam şu 28 yıl önce, şu 1996 yılı Haziranı’nda, İstanbul’da, şu uluslararası düzeyde, şu beynelmilel düzenlenen “Habitat 2 Çevre Yerleşimleri Toplantısı”nda biz de görev almıştık.
Avrupa’nın, şu Amerika’nın yanı sıra, bütün İslâm Dünyasından, özellikle de Arap-İslâm Dünyasından epey bir misafirlerimiz vardı, çoğu şu akademisyen, şu doçent ve profesör düzeyinde titrisi olan, hatta milletvekilleri, şu köşe yazarları gibi “etiketli” insanlar…
Ben, Arapça bildiğimden dolayı, ister istemez, şu İslâm, özellikle de şu Müslüman Arap Dünyasından gelen misafirlerimiz ile ilgileniyordum. Hem bir jest, hem de bir hâtıra olsun diye, şu Beşiktaş Dershanemizde, onlara bir akşam yemeği vermeyi kararlaştırdık. Yemekten sonra, hep birlikte, cemaatle, şu Akşam Namazına durduk. Namazın şu farzını edadan sonra, ister istemez, biz Akşam Namazının şu sünnetine durduk. Bir de baktık ki; misafirlerimizden birisi, alelacele, hemen şu öne çıkmış, diğerleri ise, hem de şu tamamı, hemen onun arkasında safa durmuş, o da onlara imam olmuş…
Biz, Akşam Namazının şu sünnetini kılana kadar, onlar da Yatsı Namazı’nın şu farzını, “seferî” oldukları ve “seferîlik”te, şu 4 rekâtlı farzlar, şu “ruhsat” noktasında, iki rekât olarak, yani “kasredilerek” kılınabildiği, hem şu sünnetleri kılmak ise seferîlikte “zorunlu olmadığından”, hem de şu Vitir Namazı, sadece Hanefi Mezhebi’nde “vacip” olduğundan, biz şu Akşam Namazı’nı bitirince kadar onlar da şu Yatsı Namazının tamamını bitirmiş oldular… Seferîlikte geçerli olan, şu “iki vakti birleştirmek” anlamında “cem-i evkât” yaptılar.
Kulakları çınlasın, hiç unutmuyorum, aramızda bir cami imamımız dahi vardı. Bu manzarayı görünce, hemen, şu Hanefi Mezhebi taraftarlığı hassasiyeti, daha çok da, şu “taassubuyla” bu duruma müdahale etme ihtiyacını kendine bir görev, hem de bir “misyon” addederek, onlara hitaben, şu “az buçuk” Arapçasıyla: Lâ yecûz, cem-u tehir!” diye bağırmaya başladı… Onlara, asıl söylemek istediği, şu “anlatmaya çalıştığı” konu ise, aslında şuydu: Bu şekilde namaz olmaz, câiz değil! Bu şekilde “cem-i takdim” yapamazsınız… Yani Akşam Namazının hemen akabinde, şu Yatsı Namazını kılamazsınız. Ancak, şu Yatsı Namazının vaktinde; önce Akşam Namazını, sonrasında ise Yatsı Namazını kılarak şu “cem-i tehir” şeklinde şu “cem-i evkât” yapabilirsiniz...
Tabii ki, şu bizim misafirlerimiz, bizim şu imamımızı dinlemediler ve ister istemez, şu ortamımız biraz gerildi, şu sesler epey bi’ yükseldi, ufak bir münakaşa dahi tezahür etti.
Bunun üzerine, ben, hemen araya girerek, Arapça olarak, şu sadâ-yi bülendimizle, şu herkesin duyabileceği tonda “Elmezâhib muhtelife.. yumkin...” dedim. Yani, pek çok mezhep var… Böyle de, yani şu “cem-i takdîm” yaparak; yani, şu Yatsı Namazı şu öne alınarak, Akşam Namazının hemen peşinde, şu akabinde Yatsı Namazının kılınması şeklinde de şu “cem-i evkât” mümkündür, hem de câizdir dedim.
Hiç unutmuyorum, Sûdanlı büyük bir şirketin bir genel müdürü vardı şu misafirlerimiz arasında, hemen, uzaktan beni göstererek ve şu parmağıyla işaret ederek, yüksek ve de gür bir sesle, Arapça olarak: “Hâ huve yeğrif cidden...” demişti. Yani “Bakın, işte o, ‘gerçekten’ konuyu biliyor...”
Misafirlerimizi yolcu ettikten sonra, hemen ilgili hocamıza yaklaşarak, “Sayın hocam, lütfen, Allah rızası için, şu adamların şu namaz kılış şekillerine hele bir baksana... Kimisi ellerini tam omuzunda bağlıyor, kimisi bizim kadınlar gibi göğsü üzerinde, kimisi ise hiç bağlamıyor (şu İran’dan ve Afganistan’dan gelenler Caferiler gibi) görüyorsun, türlü türlü şekillerde namaz kılıyorlar... Sen ne diye, şu “mutaassıbâne” şu Hanefi Mezhebinin görüşüne, şu adamları şu ‘icbâr u ikna’ etmeye, şu ‘faydasız’, şu ‘boşu boşuna’ çabalıyorsun...” dedim.