Tam bir asır öncesinde, şu 1908’de, Doğu’da meskûn aşâir tarafından, Üstad’a ol mebde-i hîn-i Meşrutiyet’te sorulmuş, aslında şu bütün cevapları ihtiva ile tazammun etmiş bir sual-i mühim…
Cevabında ise Üstadımız, gayet veciz olarak, “Zira; tecrübe, hamiyet, nur-u kalp ve nur-u fikri cem edenler, ‘vezâife’ kifayet etmezler.” der.
Sonrasında ise bunun ne anlama geldiğini açıklar, şu izah eder. Milleti için fedakârlık taşıyan, bu anlamda, bugünkü tabirle söylersek, şu “milliyetçi geçinen” epey bi’ gayretli, “pek muktedir” bazı insanlarda şu “tahrip” ederek, yani; yıkarak, yakarak, yok ederek, “ya hep; ya hiç!” şeklinde formüle ettikleri şu “problem çözme” insiyakının, içlerinde pek yerleşmiş, âdeta şu vazgeçilmez bir hareket tarzı, tekrar eden bir refleks, bir motivasyon, en güçlü bir damar olduğunu, şu “tamir” yoluyla “tedricî ıslaha” malum bünyelerinin hiç de alışık olmadığını, “Bir şeyin eğer tamiri mümkünse, o şeyin tahrip, hem de şu ‘imhasına’ fetva verilmez!” düsturunu pek de tanımadıklarını, buna hiç alışık olmadıklarını, kulaklarının bu çözümü işitmeye pek “mütehammil olmadığını” ve şu malum bünyelerinin, bu malum hâl çâresini bir türlü kaldırmadığını ifade eder…
Diğerleri ise, yani şu tecrübeli, şu deneyimli ve halk için, şu “tamir” yoluyla, şu “tedricî ıslah”a taraftar olanlarda ise, Padişahlık Dönemi’ne, yani, günümüz diliyle şu “tek adamcılığa”, şu eskiye “özlem”, hem de “taraftarlık” sebebiyle kabiliyetlerinin, bugünkü anlamda şu “Demokrasi”ye ve ona bağlı şu “Parlementer Sistem”e karşılık gelen “Meşrutiyet”i hazma, hem tahammül, hem de kabul etmeye pek müsait olmadığını izah ettikten sonra, şu “nihaî çözüm” noktasında, “Demek, bize bir Nesl-i Cedit, yani ‘Yeni Bir Nesil’ lâzımdır…” der.
Devamında ise şu önemli noktaya dikkat çeker. Eğer Meşruiyet/Parlamenter Sistem, dinden, yani şu Şeriat’tan, farzedelim, “biraz” ayrılsa, şu “ilcaat-ı zaman”dan kaynaklı, şu dönemin zorlayıcı şartlarından mütevellit, ona muhalif bazı kararları olsa da, Padişahlık dönemi ile kıyaslanınca, çok büyük bir “fark” açığa çıkacaktır… Şöyle ki; birisinde, sadece “bir parmak” kadar muhalefet olabilmesi ihtimali mümkünken, diğerinde, şu eskide, yani Padişahlık döneminde “yüz arşın” kadar şu Şeriat’a, şu “dine muhalif hareket” meydana geldiğini hem ifade, hem de “telmih” eder.
İnce bir teli, esen herhangi bir rüzgârın, kolayca, şu istediği her bir tarafa çevirebileceğini fakat yüzlerce ipin birleşiminden meydana gelen sağlam bir ipe ise, hiçbir rüzgârın etki edemeyeceğini, onu sarsamayacağını, onu şu kendine boyun eğdiremeyeceğini izahtan sonra, “İcma-ı Ümmet”in Şeriat’ta, bütün ümmeti, şu herkesi bağlayan “kesin bir delil” olduğunu, “Meyelân-ı Âmme”nin, yani umumun yönelimi ve de isteğinin, günümüz diliyle şu “kamuoyunun” tercihinin Şeriat’ta, şu “dikkate alınır/alınması gereken önemde” ve de değerli, hem de şu “ihtiram” edilmesi gerektiğini, yani şu “saygın” olduğunu “ihtar” eder…
Örnek olay ve şu kanıt olarak da, Padişahlık döneminde, bir “Ermeni havası”nın ya da “Batı’dan, şu Avrupa’dan esen bir rüzgârın” Padişahın şu “tercihini” etkileyip, “kendine çevirebildiğini”, onu çok “yanlış kararlar” almaya hem sevk, hem de şu “icbâr” ettiğine telvih eder…
İster Demokrasi, ister Parlementer Sistem, isterseniz, siz Meşrutiyet deyin; hiç fark etmez, şu olmazsa olmazı; farklılıklara tahammül, bir arada yaşama adına bazı “özgürlüklerden” fedakârlık, “ortak menfaatler” için “ortak kararlar” alma, ortak akıl, makam ve de mevkiin ne olursa olsun, kendine yapılmasını istemediğin bir haksızlığı, hukuksuzluğu, hem de şu “hoşgörüsüzlüğü” bir başkasına yapmama, liyakat hukuku, şu ihkâk-ı hak, kalite, hesap verebilirlik, ifade hürriyeti şeklinde özetlenebilir sanırım…
Duyamadım; Günümüz Türkiyesi’ndeki şu “karşılıkları” mı dediniz?..
Konuyu, “en az, benim kadar” sizler de biliyorsunuzdur sanırım…
Bazılarına göre, Tarih, şu “tekerrür”den ibaretmiş…
Şu “tekerrür” sadedinde şu 30’lu yıllara, şu Tek Partili Sisteme, “hemen hemen” geri dönmüş durumdayız…
Çünkü Mustafa Kemal, o yıllarda, hem Cumhurbaşkanlığını, hem şu CHP Kurucu Başkanlığını, hem de şu Başkomutanlığı hep birlikte, her nasılsa şu “aynı anda” yürütebilmekte idiler…
Günümüz itibariyle ise, yukarıda söz konusu Padişah’tan daha fazla şu “yetkiye” sahip ve şu TBMM’den, şu Meclis’ten daha fazla “Kanun Hükmünde Kararname” çıkarabilen ve onları şu “Resmî Gazetemizde” yayınlayan, yayınlayabilen bir “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemimiz” var elân, elhamdulillâh…
Yalnız, merak ediyorum da; şu “Partili” Padişahlık Sistemi, şu Hîn-i Mebde-i Meşruitiyet’te, şu “âkıl” hiç kimsenin de mi şu “aklına” düşmemiş o yıllar...